İddet

Evliliği sona eren kadının yeniden evlenebilmesi için beklemesi gereken süre anlamında fıkıh terimi.

1. İDDETİN TANIMI

İddet, Arapça bir kelime olup sözlük manası itibariyle bir şeyi saymak, sayılan bir şeyin miktarı, limiti ve az olsun çok olsun topluluk manalarına gelir. Tekil bir kelime olan iddetin çoğulu “ided” şeklindedir (İbn Manzur, 1994:III,281-284; Zebidi, 1994:V,94).
Kadın, kocasının kendisini boşaması veya kocasının ölümünden dolayı kur’ (adet veya adetten temizlenme) günlerini veya hamilelik günlerini ya da dört ay on gün şeklinde kendisi için belirlenmiş müddetleri bekleyip saydığı için bu bekleme müddetine saymak manasındaki iddet adı verilmiştir (İbn Manzur, III,284; Zebidi, 1994:V,94).
Kelimenin fıkıh ıstılahındaki manasına baktığımızda “bir erkeğin veya kadının evlilik sona erdikten sonra belli bir süre başkasıyla evlenmeyip beklemede bulunmaları” (Acar, 2000:XXI,466; Erdoğan, 2005:229) şeklindeki temel özellik genelde zikredilmekle beraber mezheplerin farklı tanımlar yaptıkları görülür. Farklı tanımların en önemli etkeni de iddet vecibesinin hikmet ve gerekçelerini anlama ve ifade etme çabasıdır.

1.1. Hanefilerin Istılah Tanımı

Istılah bakımından Hanefiler iki meşhur tanım yapmışlardır: 1. Nikah veya yatağın geride kalan izini yok etmek için tanınan bir süredir (Kasani, 1997:IV,414). 2. İddet, nikahın ortadan kalkmasından sonra kadının beklemekle yükümlü olduğu belli bir süredir. Birinci tanım efradını cami, ağyarını mani bir tanımdır. İslam hukukunda iddetin en güzel tanımı budur (Ceziri, 1992:VI,2726-2727).

1.2. Cumhurun Istılah Tanımı

Hanefiler dışındaki çoğunluğun görüşüne göre ise iddet, kadının rahminin temizliğinin (hamile olmadığının) bilinmesi için veya teabbud (sırf ibadet olarak, gerekçesi akılla kavranmayarak) yahut kocasının vefatı dolayısıyla üzüntü ve kederi sebebiyle beklediği süre demektir (Şirbini, 1998:III,489). Bu durumda iddet, beklemenin kendisidir (Zuhayli, 2007:IX,7166).
Hanefilerin ikinci tanımı, işin hikmetlerinden çok asıl sebebini ortaya koyduğu için kapsamlı, daha açık ve tartışmaya mahal bırakmayacak tarzdadır. Özellikle tanımda geçen “belli bir süre” ifadesi, bu sürenin şari tarafından konulmuş bir süre olduğunu anlatmaktadır. Böylece bu belirli sürenin ortadan kaldırılması veya değiştirilme düşüncesi bertaraf edilmiştir.

1.3. Ömer Nasuhi Bilmenin Istılah Tanımı

Oldukça kapsamlı ve güzel bir tanım olması hasebiyle Ömer Nasuhi Bilmen’in tanımını burada aynen zikrediyoruz: “İddet; vefat veya mufarekatten sonra baki kalan nikah asarının inkızası için şer’an muayyen olan bir ecel (bir müddet) demektir ki, bu müddet nihayet bulmadıkça zevc veya zevce başkasıyla ve bazı ahvalde birbiriyle tekrar evlenemezler.” (Bilmen, 1968:II,368). Bu tanım “vefat veya mufarekatten sonra” ifadesiyle iddetin, kocanın ölümü veya karısından hukuken ayrılması durumunda başlayacağını; “baki kalan nikah asarının inkızası için” ifadesiyle iddetin biliniyor olsun olmasın birtakım hikmetleri olduğunu; “şer’an muayyen olan bir müddet” ifadesiyle iddet sürelerinin dinin koyucusu tarafından tesbit edilmiş olduğunu ve bunların kaldırılmasının ya da değiştirilmesinin sözkonusu olamayacağını ve iddetin asıl sebebinin dini bir emir olduğunu; “bu müddet nihayet bulmadıkça zevc veya zevce başkasıyla ve bazı ahvalde birbiriyle tekrar evlenemezler” ifadesiyle de iddet süresi içerisindeyken iddet bekleyen kişinin evlenemeyeceğini, bunun iddetin en önemli sonucu ve yasağı olduğunu ihtiva etmiştir. İslam hukuk literatüründe iddet bekleyen kadına mu’tedde, iddet bekleme ameliyesine de i’tidad adı verilir (Erdoğan, 2005:274 ve 403).
İslam hukuk literatüründe iddet bekleyen kadına mu’tedde, iddet bekleme ameliyesine de i’tidad adı verilir (Erdoğan, 2005:274 ve 403)

2. CAHİLİYE DEVRİNDE İDDET

İddet beklemek, cahiliye döneminde bilinen ve hemen hemen hiç terk edilmeyen bir şeydi (Kurtubi, 1996:III,129; Dihlevi, 2005:II,219; Sabık, 2002:II,401; Zeydan, 2009:31). Ancak çoğu şeyde olduğu gibi iddette de yanlış uygulamalar vardı.
Cahiliye devrinde kocası ölen bir kadın bir yıl beklerdi (Zeydan, 2009:31) ve adeta işkence çekerdi (Karaman, 1999:45; Hamza, 2000:154; Ateş, 2007:II,65). İslam dini ve hukuku cahiliye toplumundaki eğrilikleri, çarpıklıkları ıslah etmek ve temiz bir toplumun oluşması için nikah, talak ve iddet gibi konularda yeni kaideler vaz’ etmiştir. İddeti ikrar etmiş, onu düzenlemiş ve makul ölçüler içinde tutmuş; kadınların farklı durumlarına göre isabetli bir şekilde iddet miktarlarını açıklamıştır (Karaman, 1999:45; Zeydan, 2009:31; Hamza, 2000:154; Köksal, 2000:55)
Şu olay iddetin cahiliyede bilindiğini ve yerine getirildiğini gösteriyor: Rivayet edildiğine göre cahiliye insanları boşama için bir sayı belirlememişlerdi. Erkek, karısını dilediği kadar boşayabiliyordu. Kadının iddeti bitmek üzereyken kocası ona dönüyordu. Koca bunu Hz. Peygamber zamanında karısına kasıtlı olarak yapıyordu ve karısına diyordu ki: “Seni ne tutacağım ne de evlenmeye bırakacağım.” Kadın ise “bu nasıl olur” diye sorunca erkek şöyle cevap verirdi: “Seni boşayacağım, iddetinin süresi sonuna yaklaşınca da sana döneceğim.” Kadın bunu Hz. Peygambere şikayet edince Allah şu ayeti indirdi (Tirmizi, 1992:III,497): “(Dönüş yapılabilecek) boşama iki defadır. Sonrası, ya iyilikle geçinmek, ya da güzellikle bırakmaktır.” (Bakara, 2/229). Şu hadis de cahiliye döneminde iddetin bekleniş şeklini açıkça ortaya koyuyor: Humeyd b. Nafi’den rivayetle o şöyle demiştir: Zeynep bt. Ebi Seleme bana şu üç hadisi anlattı: …Annem Ümmü Seleme’yi şöyle derken işittim: Kadının biri Hz. Peygamber’e geldi ve şöyle dedi: Ya Rasulallah! Kızımın kocası öldü, kendisi de göz ağrısından şikayet ediyor, ona sürme çekebilir miyiz? Hz. Peygamber: “Hayır,” buyurdu ve devam etti: “Ölüm iddeti ancak dört ay on gündür. Oysa cahiliye devrinde sizden biri sene başında tezek atıyordu.” Humeyd diyor ki; Zeynep’e şöyle sordum: Niçin kadın sene başında tezek atıyordu. Zeynep şöyle anlattı: Bir kadının kocası öldüğünde kadın küçük bir odaya girer, en kötü elbisesini giyer ve bir sene geçmedikçe ne bir kokuya ne de bir şeye dokunurdu. Sonra ona bir hayvan; eşek, koyun veya bir kuş getirirler, onunla avret mahallini temizlerdi. Bunu yaptığında çoğu zaman hayvan ölürdü. Sonra kadın çıkar, ona bir parça tezek verilir, o da bu tezeği alıp atardı. Bundan sonra dilerse koku sürünmek ve benzeri şeyler yapmağa başlardı (Buhari, 1992:VI,185-186; Ebu Davud, 1992:II,722-723; Nesai, 1992:VI,201-202; İbn Mace, 1992: I,673-674; Malik, 1992:597; İbn Hanbel, 1992:VI,364)
Yukarıdaki rivayetten de anlaşılacağı gibi ölüm iddeti cahiliye döneminde bir yıldı. Kadın bu bir yılı eziyet içerisinde geçirirdi. İslam, ölüm iddetini dört ay on gün gibi makul bir süreye indirmiştir. Bu dönemde kadının görevi ise, ileride geleceği üzere, sadece süslenmekten ve koku sürünmekten kaçınmaktır. Yukarıdaki rivayetlerden cahiliyede hem boşama hem de vefat durumunda kadının iddet beklediğini anlıyoruz. Ancak boşanma durumunda ne kadar iddet beklendiğine dair bir bilgi olmamakla beraber kocanın vefatında kadın bir sene boyunca iddet bekliyordu. Rivayetler, İslam öncesi Araplarda boşanmış kadının iddet beklemesinin gerekli görülmediği şeklindeki görüşün (Acar, 2000:XXI,467) hatalı olduğunu göstermektedir.

3. KUR’AN’DA İDDET KAVRAMININ KULLANIMI

İddet kelimesi Kur’an’da hem sözlük hem de ıstılahi manasıyla kullanılmıştır. Sözlük manasıyla kullanıldığı ayetler şunlardır: “…Sizden kim hasta ya da yolculukta olursa tutamadığı günler sayısınca başka günlerde tutar…” (Bakara, 2/184), “…Bu da sayıyı tamamlamanız ve hidayete ulaştırmasına karşılık Allah’ı yüceltmeniz ve şükretmeniz içindir.” (Bakara, 2/185), “Şüphesiz Allah’ın gökleri ve yeri yarattığı günkü yazısında, Allah katında ayların sayısı on ikidir.” (Tevbe, 9/36), “…Onların sayısını, inkar edenler için bir imtihan vesilesi yaptık…” (Müddessir, 74/31). Yine Bakara suresi 185. ayette iki, Tevbe suresi 37. ayette de bir defa sözlük manasında kullanılmıştır (bkz., Abdulbaki, 2007:550; Zuhayli vd, 2004:901).
Şu üç ayette ise ıstılah manasında kullanılmıştır: “Ey iman edenler! Mümin kadınları nikâhlayıp, sonra onlara dokunmadan (cinsel ilişkide bulunmadan) kendilerini boşadığınızda, onlar üzerinde sizin sayacağınız bir iddet hakkınız yoktur…” (Ahzab, 33/49), “Kadınlarınızdan adetten kesilmiş olanlarla, henüz adet görmeyenler hususunda tereddüt ederseniz, onların iddeti üç aydır…” (Talak, 65/4) “Ey peygamber! Kadınları boşamak istediğinizde, onları iddetlerini dikkate alarak (temizlik halinde) boşayın ve iddeti sayın…” (Talak, 65/1). Ancak bu son ayette iki defa zikredilen iddet kelimesinden ikincisinin manası “boşanan kadının eşiyle irtibatının tamamen kesilmesi için dinen beklenmesi gereken süre” olmakla beraber birincisinin manası iki hayız arasındaki tuhr (temizlik) dönemidir (Cessas, 1994:III,605-606).
Maamafih Kur’an’da iddet için bazen mastarı “terabbus” olan fiil ve çoğunlukla da “buluğ-u ecel” (iddet süresinin sona ermesi) terkibi kullanılır. Terabbus, bir şeyi beklemek demektir (Cessas, 1994:I,564; Sabuni, 2004:I,254). Bu ifade şu ayetlerde iddet manasıyla geçmektedir: “Boşanmış kadınlar kendi kendilerine üç ay hali (hayız veya temizlik müddeti) beklerler…” (Bakara, 2/228), “İçinizden ölenlerin geride bıraktıkları eşleri, kendi kendilerine dört ay on gün (iddet) beklerler…” (Bakara 2/234). Buluğ-u ecel ise, iddet ve özellikle iddetin bitmesinin yaklaşması manasındadır (Cessas, 1994:I,481; Sabuni, 2004:I,226). Başka bir ifadeyle boşama ile iddetin sona ermesi arasındaki belirlenmiş müddettir (Asfahani, 1997:66.). Bu terkib de şu ayetlerde geçer: “Kadınları boşadığınız ve onlar da bekleme sürelerini bitirdikleri zaman…” (Bakara, 2/231,232,234,235), “Boşanan kadınlar iddetlerinin sonuna varınca…” (Talak, 65/2), “…Hamile olanların bekleme süresi ise, doğum yapmalarıyla sona erer…” (Talak, 65/4).

4. İDDETİN HÜKMÜ

İddet hukuken yerine getirilmesi gereken bir vecibedir (Sayis vd, 1999:I,255). Bunun fıkıh dilindeki karşılığı, farz manasında vücub kelimesiyle ifade edilir. Vücubunun delili ise kitap, sünnet ve icmadır (İbn Kudame, 1994:VII,299; Şirbini, 1998:III,489). Kitaptan iddetin vacip oluşunu bildiren ayetler şunlardır: “Boşanmış kadınlar kendi kendilerine üç ay hali (hayız veya temizlik müddeti) beklerler…” (Bakara, 2/228), “içinizden ölenlerin geride bıraktıkları eşleri, kendi kendilerine dört ay on gün (iddet) beklerler…” (Bakara, 2/234), “kadınlarınızdan adetten kesilmiş olanlarla henüz adet görmeyenler hususunda tereddüt ederseniz, onların bekleme süresi üç aydır. Hamile olanların bekleme süresi ise, doğum yapmalarıyla sona erer…” (Talak, 65/4), “…onları iddetlerini dikkate alarak (temizlik halinde) boşayın ve iddeti sayın…” (Talak, 65/1). Bunlardan başka yeri geldikçe zikredilecek olan birtakım ayetler daha vardır ki, onlar da iddetin farz oluşuna açıkça işaret etmektedirler.
Sünnetten delil ise Hz. Peygamber’in şu hadisidir: “Allah’a ve ahiret gününe inanan bir kadın için ölmüş olan herhangi bir kimse için üç günden fazla yas tutması helal değildir. Ancak koca bundan müstesnadır; onun için dört ay on gün yas tutar (ve iddet bekler).” (Buhari, 1992:VI,186; Ebu Davud, 1992:II,722; Tirmizi, 1992:III,500; Nesai, 1992:VI,198; İbn Mace, 1992:I,674; Darimi, 1992:II,487; Malik, 1992:596-597; İbn Hanbel, 1992:VI,37). Yine Hz. Peygamber Fatıma bt. Kays’a şöyle emretmiştir: “İbn Ümm-i Mektum’un evinde iddetini bekle.” (Müslim, 1992:II,18; Nesai, 1992:VI,75; Malik, 1992:580). “Allah’a ve ahiret gününe iman eden bir kimseye, kendi suyunun başkasının ekinini sulaması (kocası tarafından hamile olan bir kadınla başkasının cima etmesi) helal olmaz.” (Ebu Davud, 1992:II,615; İbn Hanbel, 1992:IV,108; Beyhaki, 1994:VII,449). Bunlar dışında sünnetten başka deliller de vardır.
Kaynaklarda iddetin İslam hukuku açısından zorunlu olduğu hususunda icma bulunduğu belirtilmekle birlikte iddet türleri hakkında İslam hukukçuları arasında farklı görüşlere sahip olanlar vardır (İbn Kudame, 1994:VII,299).

5. İDDETİN HUKUKİ OLUŞUNUN HİKMETLERİ

İddetin hukuki oluşundaki hikmetler, onun niçin vaz’ edildiğini bir nebze olsun açıkladığından hem anlaşılmasını kolaylaştırmakta hem de bu görevden kaçınılmasını önlemektedir. İslam hukukçuları iddetin meşruiyetine dair birçok hikmet zikretmişlerdir. Evliliğin sona erme şekline göre bu hikmetler farklıdır. Ancak iddetin hikmetlerini bunlardan ibaret bilmemek gerekir. Şöyle sıralanabilir:
1.Kadının kocasından hamile olup olmadığının anlaşılması. Teknik tabirle ‘rahmin beraatının bilinmesi’ olarak ifade edilen bu hikmet, bütün iddet çeşitleri için geçerlidir. Bununla neseplerin birbirine karışmaması ve korunması amaçlanmıştır (Kasani, 1997:IV,415-416; Nevevi, 1995:XIX,397; Şirbini, 1998:III,489; Sibai, 2000:250; Ebu Zehra, tsz.:372; Hallaf, 1990:168; Abdulhamit, tsz.; 336; Hamza, 2000:154; Yaman, 1998:113). Şah Veliyyullah Dihlevi bunu şöyle açıklar:
“Nesep, insanların üzerinde en çok titizlik gösterdikleri ve karışmaması için önlem aldıkları bir şeydir ve aklı başında insanlarca istenir. Nesebe riayet, insanoğluna mahsus bir meziyettir; insanları hayvanlardan ayıran özelliklerden biridir. İstibra, yani rahmin temiz olup olmadığının öğrenilmesi konusunda dikkate alınan maslahat budur.” (Dihlevi, 2005:II,219-220).
2.Allah’ın emrine uyarak ibadet etme. Çünkü iddet, mümin kadınlara Allah’ın bir emridir (Şirbini, 1998:III,489). Allah’ın emrine göre hareket etme bir ibadet olarak telakki edildiği için iddet bekleme de bir nevi ibadet olmaktadır.
3.Kocanın vefatından sonra, kadının kocasına karşı duyduğu üzüntü ve kederini izhar etmesi (Yaman, 1998:113). Bununla kadın açısından; vefat eden kocanın kendisi için bir nimet olduğunu itiraf etme, onun hatırasına bağlılık ve vefasını ispatlaması amaçlanmıştır. Bu hikmet de vefat iddetinde kendini gösterir (Kasani, 1997:IV,418; Zuhayli, 2007:IX,7168; Dihlevi, 2005:II,219; Sabuni, 2004:I,259; Bilmen, 1968: II,394; Sibai, 2000:I,250; Ebu Zehra, tsz.:372; Hallaf, 1990:168; Abdulhamit, tsz.:336; Karaman, 2003:I,382; Aydın, 2006:II,240).
4.Boşanmada, eğer evliliği yürütebileceklerine inanıyorlarsa, her iki tarafın yeniden evlilik hayatına dönmelerine fırsat verme (Hallaf, 1990:168). Bu, ric’i boşamalarda söz konusu olan bir hikmettir (Yaman, 1998:113). Ric’i boşama iddetindeyken öfke durumu sona erer, ruh sakinleşir, ayrılık sonundaki yorgunluk ve yalnızlık üzerinde düşünme imkanı bulunur. Böylece koca iddet içerisinde hanımına dönebilir (Zuhayli, 2007:IX,7170; Sabuni, 2004:I,259; Bilmen, 1968: II,394; Sibai, 2000:I,250; Ebu Zehra, tsz.:372; Abdulhamit, tsz.:337; Hamza, 2000:155; Karaman, 2003:I,382; Aydın, 2006:II,240)
5.Boşanıp tekrar evlenmeği güçleştirerek aile bağını korumak ve suistimalleri önlemek. Bununla evlilik işinin yüceliğine dikkat çekilmiştir. Zira evlilik ancak insanların bir araya gelmesiyle kurulabilen, uzun bir bekleme sonucu dağılabilen bir kurumdur. Eğer iddet olmasaydı, o zaman evlilik çocukların oyununa benzer; kurulur ve anında bozulurdu (Zuhayli, 2007:IX,7168; Dihlevi, 2005:II,219; Hamza, 2000:154).
6.Nikâhtan beklenen maslahat, tarafların nefislerini, bu akdin sürdürülmesi doğrultusunda açıktan şartlandırmalarıyla ancak mümkün olabilir. Şayet, bu nizamın bozulmasını gerektirecek beklenmedik bir hadise meydana gelecek olursa, idame suretinin kısmen de olsa kadın için önemli sayılabilecek bir müddet beklemesi suretiyle devam ettirilmesi kaçınılmaz olacaktır (Dihlevi, 2005:II,219-220).

6. İDDETİN İLLETİ

İllet İslam hukuk usulünde, hükmün üzerine bina kılındığı bir vasıf, olarak tanımlanmıştır. Bu yüzden hüküm her zaman hikmete değil de illet üzerine bina edilir. Çünkü hikmet, illet gibi devamlı açık, istikrarlı, tesbiti mümkün bir şekilde olmaz. Mesela, yolcuya seferde dört rekatlı namazları iki rekat kılması hususunda ruhsat verilmesinin hikmeti, meşakkati ortadan kaldırmaktır. Ruhsatın illeti ise seferdir. Seferde ister meşakkat olsun ister olmasın hüküm değişmez (Atar, 1992:63-64).
Öncelikle yukarıda sayılan vasıflardan hiçbirinin illet olacak nitelikte olmadığının bilinmesi gerekir. İlk sırada geçen kadının hamile olmadığının bilinmesi (beraet-i rahm) maddesi, en önemli hikmet olmasına rağmen iddetin illeti değildir. Bunu çeşitli vecihlerle aşağıda zikrediyoruz.
1.Bir özelliğin illet olmasının şartlarından biri de onun munzabıt (istikrarlı) olmasıdır. Yani kişiden kişiye, durumdan duruma açık farklılıklar göstermeyen belirli, istikrarlı bir vasıf olmalıdır (bkz. Şaban, 2000:157; Atar, 1992:65). Buna göre hamileliğin olmadığını tesbit illet olamaz. Eğer illet bu olsaydı boşanan kadının, kocası ölen kadının, hamile olan kadının iddet süreleri farklı olmazdı. Oysa boşanan kadınlara üç kur’ (hayız veya temizlik) dönemi, kocası ölenlere de dört ay on gün iddet beklemeleri emredilmiştir. Aksi halde her durumdaki kadına aynı süreyi beklemeleri emredilirdi. Şayet hamileliğin olmadığının anlaşılması üç kur’ süresinde mümkün oluyorsa kocası ölen kadınlara dört ay on gün beklemelerini emretmenin bir anlamı olmazdı. Onlara da üç kur’ beklemeleri emredilirdi.
2.Bir vasfın illet oluşu ya kitap ve sünnet naslarından ya icmadan ya da illet ile hüküm arasındaki münasebeti (uygunluğu) araştırmaktan anlaşılır (Şaban, 2000:158161; Atar, 1992:68-69). İddetin illetinin, hamileliğin tesbiti olduğu ne naslarda açıkça veya ima yoluyla ifade edilmiş, ne de bu konuda icma vardır. Ayrıca bu illet hükme münasip de değildir. Sözgelimi vefat iddeti bağlamında düşünecek olursak; bir kadın kocasının vefatının hemen ardından hamile olmadığını tıbbi verilerle ispat ederse ve evlenirse kocasının hatırasına ve yakınlarına saygı ve yas gibi bir hikmeti kaçırmış olacaktır. Bilindiği gibi vefat iddetinin önemli bir hikmeti kocaya yas tutmaktır. Burada illet hikmete münasip düşmemektedir.
3.Yaşı ilerlediği için ay hali kesilen yaşlı kadınlar ve henüz ay hali görmeyen küçük kızların hamile olmaları ya imkânsız ya da gerçekleşmesi çok nadirdir. İddetin illetinin, hamileliğin tesbiti olduğunu varsayarsak böyle hamile olmaları artık imkansız olan kadınlara iddet beklemelerini emretmek abes olur. Buna rağmen şari’ bunların da iddet beklemeleri gerektiğini söylemiştir.
4.Sahih bir nikah akdinden sonra henüz zifaf gerçekleşmemiş olsa bile kocanın vefatıyla iddet beklemek, ileride geleceği gibi, ittifakla vacip oluyor. Halbuki bu kadının hamile olmadığını kesin olarak biliyoruz. Buna rağmen dört ay on gün iddet beklemek zorunda olması; illetin, hamileliğin tesbit edilmesi olmadığını gösterir.
5.Eğer iddetin illeti hamileliğin tesbiti olsaydı, boşanan kadınlara sadece bir ay hali görmeleri emredilirdi. Zira bir tek ay halinin görülmesiyle hamileliğin olmadığı anlaşılır. Çünkü hamile olan ay hali görmez. Buna rağmen ay hali görenlerin üç kur’ (adet veya temizlik) dönemi iddet beklemeleri emredilmiştir.
6.Ay hali görmeyen kadınların boşanma iddetlerini bildiren ayette “eğer şüphe ederseniz” (Talak, 65/4) ifadesi iddetin illetinin bilinemeyeceğine bir işarettir. Çünkü illet, hamileliğin tebiti olsaydı ay hali görmeyen kadınların iddeti hususunda bizce bir şüphe kalmazdı. Sonuçta bunların hamile olmayacaklarını kesin olarak bildiğimiz için iddet beklememelerini söyleyecektik. Ama ayet üç aylık bir iddeti emrediyor. Şu halde “eğer şüphe ederseniz” demek, “siz bu kadınların iddetini bilemezsiniz; bilemediğiniz için onun üç ay olduğunu biz bildiriyoruz” manasınadır (Sabuni, tsz:III,539; Zuhayli vd, 2004:559; Yazır, tsz:VIII,117).
7.Ay hali görmekten kesilen ve hamile olan kadınların iddetini bildiren ayetten hemen sonraki ayette şöyle buyurulur: “Bu, Allah’ın size indirdiği emridir. Kim Allah’a karşı gelmekten sakınırsa, Allah onun günahlarını örter ve ona büyük ecir verir” (Talak, 65/5). Yani şu zikredilen iddet hakkındaki hükümler, amel etmeniz için Allah’ın size indirdiği emirleri ve hükümleridir (Sabuni, tsz:III,540; Zuhayli vd, 2004:559; Yazır, tsz: VIII,121). Bu ayet açıkça iddetin Allah’ın bir emri olduğunu ve o emrin uyulmak için indirildiğini ifade ediyor. Bu da iddetin teabbudi hükümlerden olduğu ve illetinin bilinemeyeceği anlamına gelir.
8.“Boşanmış kadınlar kendi kendilerine üç ay hali beklerler” (Bakara, 2/228) ayetinde ifade haber verme şeklindedir; ama manası emirdir, “beklesinler” demektir (Kurtubi, 1996:III,116). Dolayısıyla iddet her şeyden önce ilahi bir emirdir.
Şirbini, iddeti gerektiren durumları zikrettikten sonra “hamile olmadığının kesin olarak bilinmesi durumunda bile iddet vaciptir” demektedir (bkz. Şirbini, 1998:III,490).
Görüldüğü gibi kadının hamile olup olmadığının tesbiti, iddetin illeti değil, hikmetlerinden sadece biridir. Elmalılı M. Hamdi Yazır’ın bu konuda ortaya koyduğu düşüncelerini önemli gördüğümüzden buraya alıyoruz: “İddetin hikmeti, ‘Allah’ın, rahimlerinde yarattığını gizlemeleri kendilerine helal olmaz’ (Bakara, 2/228) ayet-i celilesinden açıkça anlaşıldığına göre, rahmin temizliğinin ortaya çıkmasıdır ve bunda asıl olan da adettir. Üç adet, çoğunlukla üç ayda meydana gelebileceği gibi, her kadın da adet görür bir durumda olmaz. Boşanmada kadının adet görüp görmemesi de düşünmeye değer bir sebep olur. Bunun için boşanmada, adet görenlerin iddetinin kur’ (temizlik veya adet hali) ile, adetten kesilmiş olanların da ona bedel aylar ile olması, sırf hikmet olur. Fakat ölüm, herkes için eşit bir sebeptir. Bundan kaynaklanan ayrılıkta kadının adet görüp görmemesinin hiç hükmü yoktur. Bundan dolayı vefat iddetinin herkes için eşit ve peşi peşine olması da sırf hikmettir. Adetten kesilme gibi bunun üç ay ile takdiri, bu eşitliğe yeterli değildir. Bütün adet görenler açısından da eşitliği temin için daha fazlasına lüzum olabilir. Aynı zamanda ölüm iddetinin, boşanmadan daha fazla bir yas manasını taşıması da yaraşır. Kadın için nikah nimetinin yok oluşu, herhalde sevinçle karşılanacak bir olay sayılmamalıdır. Bununla beraber boşanmada teselli sebebi olacak bir nimet yönü de düşünülmektedir. Ölüm ise, hiçbir kimse için ferahlık ve sevinç sebebi değildir. Bunun tek tesellisi, ‘Biz Allah’ın kullarıyız ve gerçekten yine O’na döneceğiz.’ (Bakara, 2/156) imanıdır. Ölüm sebebiyle nikah nimetinin yok oluşu, hassasiyeti ince ve iffet endişesi daha fazla olan kadın için boşanmadan daha çok bir yas sebebi olması gerekir. Bu hikmetlere dayanarak denilebilir ki ölüm iddetinin aylarla takdiri, adet görenlerle görmeyenler hakkında eşitlik temini ifade ettiği gibi; bunun dört ay on gün olması da çoğunlukla üç ayın, üç adete denk, geri kalan bir ay on gün de en azından rahmin temizliğinin ortaya çıkması için bir ihtiyat ve durumu ortaya çıkarma olmakla beraber, ölüme ait yas manasını ifade etmiş olma hikmetiyle de ilgili görünmektedir. Bu müddetin, ceninin tam teşekkülü ve ruh üflenmesiyle ilgili bulunduğu da Ebul-Aliye’den Hasan Basri’den rivayet edilmiştir. Bununla beraber bu iddet müddeti, Fıkıh bakımından ‘muallel’ (bir sebebe bağlanmış) değil, ‘müteabbed’dir (kulluk ve Allah’ın emri gereği yapılacaktır) (Yazır, tsz:II,119).
Naslar iddetin illetinin ne olduğuna dair herhangi bir bilgi vermemiştir. Bu yüzden buradaki illeti bilememekteyiz. Bizim bulduğumuz ve öne sürdüğümüz gerekçeler, gerçek gerekçe değil, zannidirler. Aynı şekilde bazı hükümlerde birden fazla hikmet olabilir. Bunlardan sadece birini anlamış olmamız, o hükümde başka hikmetlerin bulunmadığını göstermez. Öyleyse iddetin tek gerekçesi hamileliğin tesbiti değildir. Zira dinin kesin emri vardır; bu emir yerine getirilmelidir. Biz kendi zannımızla bu emri değiştiremeyiz. İllet bilinse de bilinmese de iddet beklenilmelidir. Dolayısıyla iddetin bir ibadet tarafı da vardır.

7. İDDETİN TEABBUDİLİĞİ

İddetin, alimlerin tespit ettikleri hikmetleri yukarıda zikredilmekle beraber; bunların belki de en önemlisi kadının hamile olup olmadığının bilinmesidir. Ancak onun sadece bu amaçla sınırlandırılması doğru değildir (Aydın, 2006:II,240). Çünkü iddet adı altında kadının bir müddet bekleyip evlenememesi, her şeyden önce dini bir vecibedir. Allah’ın herhangi bir hikmet ve maslahata binaen çeşitli müddetler ile emir ve tayin etmiş olduğu bu vecibeye riayet edilmesi bir kulluk vazifesidir. Biz bunun illetini anlayamasak bile böyledir (Bilmen, 1968:II,394).
Bugün kadının hamile olup olmadığının tıbbi raporlarla kesin olarak anlaşılabildiği ileri sürülerek iddet beklemeye artık gerek kalmadığı söylenemez (Aydın, 2006:II,240; Yaman, 1998:113). Medeni hukukta ise boşanan kadın hamile olmadığını isbat ettiğinde hiç iddet beklemeden evlenebilmektedir. 132. maddede şöyle denmektedir: “Kadının önceki evliliğinden gebe olmadığının anlaşılması veya evliliği sona eren eşlerin yeniden birbirleriyle evlenmek istemeleri hallerinde mahkeme bu süreyi kaldırır.” (TMK, mad. 132; Kaçak, 2007:I,546). Dolayısıyla kadının önceki evliliğinden gebe olmadığı anlaşılırsa, örneğin kocasının çocuk yapma iktidarının bulunmadığının tıbben saptanması gibi, mahkeme bekleme süresini kaldırır. Bu durumda soybağı anlaşmazlığının çıkması söz konusu olamayacağına göre, konulan evlenme engelinin fonksiyonu da ortadan kalkmış olacaktır. Bu sebepledir ki, böyle bir durumda mahkemenin bekleme süresini tamamen kaldırması gerekir (Akıntürk, 2006:83). Belki iddetin hikmetlerinden olan kadının hamile olmadığı tıbben ortaya konabilir; ancak bu durumda hemen evlenilirse iddetin diğer birçok hikmeti ve maslahatı da kaçırılmış olacaktır. Kaldı ki tıbbi imkanların bu kadar hizmet vermediği yerler vardır. Bu yerlerde iddet sayesinde hamilelik durumu anlaşılacaktır. Üstelik az önce de işaret edildiği gibi iddet, her şeyden önce yerine getirilmesi gereken dini bir vecibedir.
Dini hükümlerden bir kısmında akıl, onların gerekçelerini anlayabilir. Mesela içki içmenin yasak oluşu böyledir. Akıl içkinin sarhoşluk verici özelliği sebebiyle yasaklandığını kavrayabilir. Bu tür hükümlere “makulul-mana” adı verilir. Ancak bir kısmının da illeti (gerekçesi) akılla tesbit edilememektedir. Bunlar için ancak çok genel olarak bazı hikmetler söylenebilir, illeti üzerinde izah yapmak mümkün değildir. Güneşin batışı ile akşam namazını kılmanın vacip olması, mestin altına değil de üstüne mesh yapılması gibi. Bu tür hükümlere de “teabbudi” adı verilir (Erdoğan, 2005:531). İşte iddet de böyle teabbudi hükümlerdendir (İbn Abdisselam, 2006:90 ve 313; Acar, 2000:XXI,467).
Fıkıhta mukadderat denen ve miktarları ölçü, tartı, sayı ile belirlenen birtakım hükümler vardır ve iddet günleri de bunlardandır. Şari’ ilim ve hikmetle hükmeder. Çünkü Kur’an’da çok kez Allah’ın Alim (her şeyi bilen) ve Hakim (yaptığını hikmetle yapan) olduğu bildirilir (Örnek olarak bkz. İnsan, 76/30). Dolayısıyla mukadderatın sırlarını anlamak imkansızdır. İnsan bunun illetini tamamen anlamaya güç yetiremez. İddet günlerinin hükmü hakkında şöyle bir şey diyemeyiz: “İddet neslin karışmasını önlemek içindir. Teknoloji geliştiği için bu noktada bir sorun kalmamıştır. Öyleyse iddet beklemenin gereği yoktur.” İşte bu sebeple iddet, illeti anlaşılamadığı için ibadetlere benzer (Köksal, 2000:221-222).
İslam hukukunda niçin vaz’ edildiğini aklın anlamadığı ve illeti bilinemeyen bir vecibe olan iddet için medeni hukuk, nesep karışıklığını önleme hususiyetini asli gerekçe olarak kabul etmiştir. Zira kanun, iddet hükmüyle evliliği sona ermiş kadının iddet süresi geçmeden yeniden evlenmesi durumunda bu evlilik sürecinde doğacak çocuğun soybağının (nesebinin) bir karışıklığa meydan vermesini önlemek istemiştir. Kanun koyucu, iddet ile soybağı anlaşmazlıklarına önceden engel olmak istemiştir (Akıntürk, 2006:82; Zapata, 2007:149; Zevkliler ve Havutçu, 2005:227). Nesep karışıklığını önlemek asıl sebep olarak görülünce, önceki evlilikten gebe olunmadığının anlaşılmasıyla iddetin kaldırılması mümkün olmaktadır. Nitekim 132. madde bunu ifade etmiştir.

8. İDDETİ GEREKTİREN SEBEPLER

İddeti gerektiren sebeplerden kasıt, iddet vecibesinin meydana gelmesini gerektiren etkenler ve durumlardır. Bu durumlar mevcut olduğu takdirde iddet artık hukuken yerine getirilmesi gerekli bir görev olmuş olur; aksi durumda ise iddet beklemek gerekmez. Bunlar şöyle tesbit edilmiştir:
1.Sahih evlilikte zifaf veya sahih halvet; fasit evlilikte zifaf. Evlilik sahih veya fasit olsun; zifafın gerçekleşmesi şartıyla, ayrılmayla birlikte iddet gerekir (Şirbini, 1998:III,489; İbn Kudame, 1997:V,5; Sibai, 2000:I,250; Hallaf, 1990:168). Bu konuda icma vardır (Kurtubi, 1996:XVIII,149; İbn Kudame, 1994:VII,301; Nevevi, 1995:XIX,393). Şafiiler dışındaki çoğunluğa göre sahih bir evlilikte sadece halvetin gerçekleşmesi ile de ayrılma sonunda iddet gerekir. Bu görüş Hulefa-i Raşidin, Zeyd, İbn Ömer’den rivayet edilmiştir. Hanbeli, Maliki, Hanefi mezheplerinin ve İmam Şafii’nin eski görüşü de bu yöndedir. İmam Şafii yeni görüşünde kendisiyle halvet olunan kadına iddet gerekmeyeceğini söyler (Şafii, 1993:V,311; Nevevi, 1995:XIX,393; Şirbini, 1998:III,490; Rimi, 1999:II,317). İmam Şafii’nin delili şu ayetin mutlak ifadesidir: “Ey iman edenler! Mümin kadınları nikahlayıp, sonra onlara dokunmadan (cinsel ilişkide bulunmadan) kendilerini boşadığınızda, onlar üzerinde sizin sayacağınız bir iddet hakkınız yoktur.” (Ahzab, 33/49). Buna göre Allah, zifaftan önceki boşamalarda iddeti vacip kılmamıştır. Halvet ise zifaf değildir. Dolayısıyla halvetle ne iddet ne de mehir gerekir. Malikiler, Hanefiler ve Hanbelilerden oluşan cumhura göre halvet zifaf gibidir; mehrin tümünü ve iddeti gerektirir (Serahsi, 2000:III,1064; Kasani, 1997:IV,416; Nevevi, 1995:XIX,394). Delilleri ise sahabenin icmaı ve şu rivayetlerdir (İbn Kudame, 1994:VII,301; Sabuni, 2004:II,211-212): Sevban’dan nakledildiğine göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Kim bir kadının başörtüsünü kaldırır ve ona bakarsa, onunla zifafa girmiş olsun veya olmasın, mehir vacip olur.” (Beyhaki, 1994:VII,256; Darakutni, 1966:III,307). Hulefa-i raşidin bir örtüyü indiren veya bir kapıyı kapatan kimse için mehrin ve iddetin vacib olduğuna hükmetmişlerdir (İbn Kudame, 1997:V,5-6).
Cumhurun sahih bir evlilikte yalnızca halvetin gerçekleşmesiyle ayrılma sonucunda iddetin gerekeceği konusundaki delilleri daha kuvvetlidir. Zira bir adam bir yıl karısıyla kalıp bu süre boyunca onunla zifafa girmemiş olabilir. Bu yüzden sahih halveti dikkate alarak erkeğe mehir vermesinin, kadına da iddet beklemesinin vacip olması gerekir (Sabuni, 2004:II,212).
2.Şüphe ile birleşme (Sibai, 2000:I,250; Hallaf, 1990:168). Bir erkeğin eşi olduğunu zannederek yabancı bir kadınla cinsel ilişkiye girmesi, buna örnek olarak verilebilir. Bu durumda da ayrılma gerçekleşince iddet gerekli olur. Çünkü aynı sahih evlilikteki gibi bu da hamilelik sebebidir ve nesebin ilişki kurana ilhakını gerektirir (Kasani, 1997:IV,417; Nevevi, 1995:XIX,432; Şirbini, 1998:III,489; İbn Kudame, 1997:V,19).
3.Kocanın vefatı. Bu durumda nikahın sahih olması şartı vardır. Sahih bir evlilikte zifaf gerçekleşmese bile kocanın vefatıyla iddet gerekir (Serahsi, 2000:III,1075; Sibai, 2000:I,250). Tersinden söyleyecek olursak; fasit bir evlilikte zifaftan önce koca vefat ederse iddet beklemek gerekmez (Kasani, 1997:IV,419; Zuhayli, 2007:IX,7171; Bilmen, 1968:II,369; Hallaf, 1990:168). Çünkü konu hakkındaki ayetin ifadesi mutlaktır: “İçinizden ölenlerin geride bıraktıkları eşleri, kendi kendilerine dört ay on gün (iddet) beklerler…” (Bakara, 2/234).
4.Zina. Bilginler arasındaki tartışma konularından biridir. Maliki ve Hanbelilere göre iddet konusunda zina edilen kadın, şüpheyle birleşilen kadın gibidir (İbn Kudame, 1997:V,19). Hasan Basri ve Nehai de bu görüştedir. Çünkü bunlara göre zina ile de hamilelik meydana gelir. Böyle bir kadın iddet beklemeden evlenirse kocasının çocuğu zinadan olan çocuğa benzer. Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Ali, Sevri, Şafii ve Hanefilere göre ise böyle birine iddet gerekmez. Çünkü iddet nesebi korumak içindir. Oysa nesep zina edene ilhak edilmez (Kasani, 1997:IV,417; Nevevi, 1995:XIX,432; Şirbini, 1998:III,489; Zuhayli; 2007:IX,7172). İddeti gerektiren durumlar hakkında genel prensip şudur: Mehrin tamamını gerektiren her boşama veya fesih durumunda iddet gerekir. Mehrin tümü veya yarısı düşen ayrılmalarda ise iddet gerekmez (Döndüren, 1995:458).

9. İDDETİN ÇEŞİTLERİ

İddetle ilgili fıkhî hükümler, ona sebebiyet veren olaya göre ölüm iddeti ve boşanma veya fesih iddeti şeklinde ikiye ayrılarak incelenebildiği gibi iddet süresinin ölçütüne göre hayız iddeti, doğum iddeti ve süreli iddet şeklinde bir ayırıma da tâbi tutulabilir.

9.1. Ölüm İddeti.

Kocası ölen kadın hamile değilse beklemesi gereken süre dört ay on gündür. Bu hüküm Kur’an’ın kocası ölen kadınların iddetiyle ilgili genel ve sarih ifadesine dayanır (el-Bakara 2/234). Diğer birçok fıkhî ahkâmda olduğu gibi burada da aydan maksat kamerî aydır. Hamile olmayan eş ric‘î boşama iddeti beklerken koca ölürse boşanma iddetini terkederek ölüm iddeti beklemeye başlar. Bâin talâk iddeti bekleyen kadın ise ölüm iddeti beklemez; başlamış olduğu boşanma iddetini tamamlar. Kocası ölen kadın hamile ise onun iddeti doğumla biter; isterse bu doğum kocanın ölümünden çok kısa bir süre sonra gerçekleşsin. Âyetin, “Hamile olanların bekleme süresi ise doğum yapmalarıdır” (et-Talâk 65/4) şeklindeki ifadesi, boşanmış kadınların yanı sıra kocası ölen hamile kadınları da içine alır ve fakihlerin çoğunluğu bu âyetin, daha önce nâzil olan Bakara sûresinin 234. âyetini hamile kadınlar açısından sınırlandırdığı (tahsis) görüşündedir. Hz. Ali ve İbn Abbas ile İbn Ebû Leylâ, Sahnûn gibi bir kısım fakihler ve Ca‘feriyye mezhebi âlimleri ise her iki âyetin hükmünü de koruyabilmek için birini diğerine tercih yerine ikisini birleştirme usulünü benimseyip kocası ölen hamile kadının hangi iddet süresi geç bitecekse ona tâbi olacağını söylemiştir.
Kocanın kaybolup kendisinden haber alınamaması ve yaşayıp yaşamadığının bilinememesi halinde, yani mefkūdün evliliğinin sona erdirilmesinde nasıl bir prosedürün izleneceği ve hangi sürelerin bekleneceği hususu fakihler arasında yoğun tartışmalara konu teşkil etmiş olmakla birlikte (bk. MEFKŪD), mahkemece mefkūd kocanın ölümüne ve bu sebeple tefrike karar verilmesinin ardından kadının ölüm iddeti beklemesi gerektiği açıktır.

9.2. Boşanma veya Fesih İddeti.

Boşanmış veya bir eksiklik sebebiyle nikâhı feshedilmiş olan kadınların beklemeleri gereken iddet hamile olup olmamalarına ve bazı fizyolojik özelliklerine göre değişmektedir. Hamile olanların iddeti doğumla sona erer. Bu konuda âyetin, “Hamile olanların bekleme süresi doğum yapmalarıdır” (et-Talâk 65/4) şeklindeki genel ifadesi esas alınır. Evlilik dışı bir ilişki sonucu hamile kalanların doğum yapıncaya kadar iddet beklemelerini gerekli görenler de âyetin lafzının genel bir hüküm içermekte oluşundan hareket ederler (İbn Hazm, XI, 635). Hamile olmayıp hayız gören kadınlar, Hanefîler’e ve Hanbelî mezhebinde ağırlık kazanan görüşe göre üç hayız süresince iddet beklerler. Kadın hayızlı iken boşanırsa bu hayız hesaba katılmaz. Üçüncü hayzın sona ermesiyle iddet tamamlanmış olur. Mâlikî, Şâfiî, Zâhirî ve Ca‘ferîler’e göre bu durumdaki kadınların beklemeleri gereken süre üç temizlik müddetidir. Üçüncü hayzın başlamasıyla, Ahmed b. Hanbel’den bir rivayete göre sona ermesiyle iddet tamamlanmış olur. Sahâbe döneminden itibaren devam edegelen bu görüş ayrılığının sebebi, “Boşanmış kadınlar üç kar’ süresi beklesinler” (el-Bakara 2/228) meâlindeki âyette yer alan kar’ kelimesinin çift anlamlı olması, yani hem hayız hem de temizlik anlamında kullanılması, bir kesimin bunu hayız, bir kesimin de temizlik olarak anlamaları yüzündendir. Bu üç dönemin tamamlandığını tesbitte kadının beyanı esastır. 1917 tarihli Hukūk-ı Âile Kararnâmesi’nde üç hayız ölçüsü benimsenmiş olmakla birlikte bu sürenin üç aydan az olamayacağı belirtilerek (md. 134) bir alt sınır tesbitine gidilmiş ve cumhurun görüşünü de içeren bir çözüm tarzı bulunmuştur.
Yaşının küçüklüğü sebebiyle hayız görmeyen veya yaşlılığı dolayısıyla hayızdan kesilmiş kadınların iddeti ise talâk, fesih veya tefrik tarihinden itibaren üç kamerî aydır. Nitekim Kur’an’da, “Kadınlarınız içinde âdetten kesilmiş olanlarla henüz âdet görmeyenlerin iddetlerinde tereddüde düşerseniz onların iddetleri üç aydır” denilir (et-Talâk 65/4). Hayız görmekte olan kadınların boşama iddetinin üç hayız veya temizlik olduğunu bildiren yukarıdaki âyetten sonra bu âyette de âdet görme çağının dışında kalan kadınların iddetleri belirtilmiş, âdeta üç “kar’” yerine üç ay ikame edilmiştir. Böyle olduğu için de üç ay iddet beklemesi gereken kadının süre dolmadan âdet görmeye başlaması halinde Hanefîler geçen süreyi yok sayıp üç hayızlık iddeti yeniden başlatırlar. Aksi durumda da, yani bir iki hayız gördükten sonra âdetten kesilen kadın üç aylık hamile olduğu anlaşılan kadın da hamilelik iddeti bekler.
Esasen kadınların âdet görmeye başlaması da âdetten kesilmesi de (menopoz) fiilî biyolojik bir hadise olup bu da kalıtım, çevre ve iklim gibi birçok faktöre bağlı olarak bünyeden bünyeye değişiklik gösterir; fıkhî hükümlerde de bu fiilî durum esas alınır. Ancak bunun, tarafların ve üçüncü kişilerin haklarını ilgilendiren sonuçları bulunduğundan doktrinde bu fiilî duruma ilâve olarak âdet görme ve âdetten kesilmeyle ilgili alt ve üst sınırlar belirlenerek açık ve objektif bir ölçü getirilmeye çalışılmıştır. Meselâ klasik literatürde âdet görmeye başlama yaşı olarak on biron beş yaşın, âdetten kesilmenin başlangıcı olarak da elli ile yetmiş yaşlar arasında muhtelif sınırların söz konusu edilmesi bundan kaynaklanır (bk. ÂYİSE; BULÛĞ; HAYIZ). Bu iki dönem arasında olan, yani normalde âdet görmesi gereken bir kadın hastalık, süt emzirme gibi ârızî bir sebepten dolayı hayız görmüyorsa bu sebebin sona ermesini müteakip üç hayız ya da temizlik süresi beklenmesi gerekir. Ancak bilinmeyen bir sebepten dolayı hiç hayız görmüyorsa veya bir ya da iki defa görüp daha sonra görmemeye başlamışsa bu kadınların bekleyecekleri iddet süresi fakihler arasında tartışmalıdır. Hanefîler’e ve yeni görüşünde Şâfiî dahil fakihlerin bir kesimine göre bu durumdaki kadınlar hayız görünceye veya hayız görmeyecek yaşa ulaşıncaya, meselâ Hanefîler’e göre elli beş yaşına kadar bekler; ardından tekrar üç ay iddet bekler. Onların aşırı sayılabilecek bu ihtiyatlı tavrı, bazı sahâbîlerin bu yöndeki fetvalarına ve tıbbî bilgilerin sınırlı olduğu o dönemde bu durumdaki kadının hamile olmadığından iyice emin olma arzusuna dayanmaktadır. Fakat bu derece bir ihtiyat, hem boşandıkları halde karısına iddet nafakası ödemeye devam eden koca, hem de ne evli ne bekâr sayılan kadın için son derece mahzurlu ve meşakkatli olduğu gibi kötü niyetli kadınlar için de suistimal edilmeye açık bir yoldur. Ağırlığını Mâlikî, Hanbelî ve Ca‘ferî fakihlerinin oluşturduğu ikinci gruba göre ise bu durumdaki kadınların iddeti sadece on iki aydır. On iki ay, hamileliğin tabii süresi olan dokuz ayın geçmesini müteakip üç ay daha iddet bekletilmesi sonucu ortaya çıkmıştır. İddet, esas itibariyle önceki evlilikte oluşan çocuğun nesebini korumaya yönelik olduğuna göre on iki aylık bir süre bu gayeye fazlasıyla hizmet etmektedir. Eski görüşünde İmam Şâfiî’nin de hamilelik ihtimalinin ortadan kalkıp kalkmadığı konusunda dönemindeki yaygın telakkileri ve ölçüleri kullanmakla yetindiği, bunun için de bu durumdaki kadının önce dokuz ay, bir başka görüşünde dört yıl, daha sonra da üç ay iddet beklemesini öngördüğü bilinmektedir. 1917 tarihli Hukūk-ı Âile Kararnâmesi’nde, iddet konusunda genelde Hanefî mezhebinin görüşü takip edilmekle birlikte bu konuda Mâlikî mezhebinden istifadeyle, iddet esnasında hayız görmeyen veya bir iki defa gördükten sonra üçüncüsünü görmeyen kadınların yaşı normal menopoz dönemine varmışsa bu tarihten itibaren üç ay, değilse iddetin gerekmesinden itibaren dokuz ay iddet beklemesi öngörülmüştür (md. 140). Kararnâmenin bu hükmü diğer İslâm ülkeleri kanunlarına da tesir etmiştir.
Döl yatağından sürekli kan gelmesi sebebiyle özürlü durumda olan (müstehâza) kadınlar, normal zamandaki hayız ve temizlik süreleriyle ilgili şahsî bilgilerini esas alarak üç dönem beklerler. Bu konuda ölçü alabileceği bir bilgiye sahip bulunmayan kadın fakihlerin çoğunluğuna göre üç ay, Mâlikîler’e ve bazı Hanbelî fakihlerine göre ise yine yukarıda zikredilen hesaplama yöntemi sonucu bir yıl iddet bekler.
Evliliğin liân, muhâlea gibi usullerle sona ermesi veya daha çok Mâlikî ve Hanbelî mezheplerinde işlerlik kazanan kazâî boşanma, yani mahkemenin tefrik kararı da kural olarak bâin boşama sayıldığından bunların akabinde boşama iddeti beklenir. Kocanın evini terkedip gitmesi ve geri dönmemesi halinde mahkemenin vereceği tefrik kararı da ister Mâlikîler’in görüşü esas alınarak bâin boşama, ister Hanbelîler’in görüşü alınarak fesih sayılsın böyledir.
İstisnaî bir durum olmakla birlikte gayri müslim kadınların veya müslüman olup İslâm ülkesine gelen ve din farklılığı sebebiyle evliliği sona ermiş sayılan kadınların iddetleri de doktrinde tartışılır. Müslüman bir erkekle evli bulunan Ehl-i kitap kadınlar iddet konusunda müslüman kadınlar gibidir. Zimmî kocasının ölümü veya boşaması halinde Ebû Hanîfe’ye göre kendi dinlerinin öngördüğü bir iddet varsa ona uyulur; İmâmeyn’e göre ise İslâm ülkesinde onlar da diğer müslüman kadınlar gibi iddet beklerler. İmam Mâlik, bu zimmî kadının bir müslümanla evlenmek istemesi durumunda iddeti gerekli görür. Müslüman olup İslâm ülkesine gelen kadının müslüman olmayan kocasıyla evliliği sona erer ve bu kadının iddet beklemesi, hicret ederek gelen mümin kadınlarla mehirlerini vererek evlenme izni veren âyetin (el-Mümtehine 60/10) ifadesinden hareket eden Ebû Hanîfe’ye göre zorunlu değildir. İmâmeyn ise böyle bir tercihte bulunan kadının artık İslâm hukukuna tâbi olduğu, bunun için de iddet beklemesi gerektiği görüşündedir.
İslam hukuku kaynaklarında iddet çeşitleri genelde kur’larla, aylarla ve doğumla iddet diye üçe ayrılmıştır. Bazı kaynaklarda erkeklerin de bazı durumlarda iddet beklediğinden söz edilmiştir (bkz. Zihni Efendi, 1986:911-912; Bilmen, 1968:II,368369).

10. İDDETİN BAŞLANGIÇ VE SONA ERME ZAMANLARI

Yeni bir evlilikten önce kadının beklemesi gereken bir süre olduğu için iddetin başlama ve sona erme vakitlerini net olarak belirlemek gerekiyor. Çünkü kocanın boşadığı hanımıyla yeniden evlilik hayatına dönmesi, kadının başka biriyle evlenmesi, doğan çocuğun nesebinin belirlenmesi gibi birçok konudaki anlaşmazlık, iddet süresinin başlangıç ve bitiş zamanlarının bilinmesiyle çözülür.

10.1. İddetin Başlama Vakti

İddetin kocanın vefatı ya da karısından ayrılması sonucu belirli bir süre beklemek olduğunu zikretmiştik. Tanımdan anlaşıldığına göre iddetin başlangıcı, eğer evlilik sahih ise, evliliğin sona erdiği andır. Dolayısıyla evlilik; kocanın vefatı, talak, fesih gibi yollardan herhangi biriyle sona erdiği andan itibaren iddet beklemesi gereken kadının iddeti başlar (Şafii, 1993:V,312; Tahavi, 1986:219; Kuduri, 2005:402-403; Merğinani, 2000:II,627; Nevevi, 1995:XIX,439.) Bu konuda dört mezhep ittifak etmiştir. (İbn Kudame, 1994:VII,355; Hamza, 2000:231).
Medeni hukukta da böyledir. Bekleme (iddet) süresi olan üç yüz günün başlangıcı, kocanın öldüğü veya boşanma yahutta iptal hükmünün kesinleştiği gündür (Akıntürk, 2006:82-83).
İddet şari’in belirlediği muayyen bir süredir ve kadının iddet beklemek için evliliğinin sona erdiğini bilme şartı yoktur. Bu yüzden kadın, kocasının vefat ettiğini veya kendisini boşadığını bilmese bile iddeti başlamıştır (Tahavi, 1986:219). Hatta beklemesi gereken iddet süresi geçtikten sonra kocasının vefat veya boşama haberi gelse, iddeti bitmiş olur ve evlenebilir (Malik, 1994:II,12; Kuduri, 2005:403; Serahsi, 2000:III,1083; Semerkandi, tsz.:II,248; Merğinani, 2000:II,627; Nevevi, 1995:XIX,439; Şirbini, 1998:III,511). Hz. Ali ise iddetin, bu haberin geldiği günden itibaren başlayacağı görüşündedir (Serahsi, 2000:III,1077; Kasani, 1997:IV,415; Nevevi, 1995:XIX,439; Herrasi, 2001:I,196). Ancak bu görüşünden döndüğü de rivayet edilmiştir (Kasani, 1997:IV,415).
Evlilik sahih olduğunda durum böyledir. Eğer evlilik fasit ise iddet, kocanın kadından karşılıklı olarak ayrılması vaktinden itibaren başlar. Bu ayrılık da ya kocanın kadınla ilişki kurmayı terk ettiğine dair kararlılığını ortaya koymasıyla ya da hakimin eşleri birbirinden ayırma hükmünü vermesiyle veya doğrudan kocanın vefatıyla olur (Kuduri, 2005:403; Semerkandi, tsz.:II,248; Merğinani, 2000:II,627).
Eğer ilişki şüpheli ise iddetin başlangıcı, iddete götüren sebebin başlaması dolayısıyladır. Burada iddetin sebebi, kadının kendi hanımı olması şüphesiyle meydana gelen cinsel ilişkidir. Ortada akit yok ve iddete sebep olan durum gerçekleşmişse iddet başlamıştır (Zuhayli, 2007:IX,7192). Mısır’da uygulama zikredilen bu görüşlere göredir (Şelebi, 1977:652).

10.2. İddetin Sona Ermesi

İddetin sona ermesi ya söz ya da fiille bilinir. Söz, iddet bekleyen kadının benzerinde iddetin bitmesinin mümkün olduğu bir sürede iddetinin bittiğini bildirmesidir. Aylarla veya vefattan dolayı iddet beklemede, süreler net olduğu için iddetin bitimi hususunda herhangi bir tartışma söz konusu olmaz. Ancak kadın, ay hali görenlerden ise ve ayrılıktan dolayı iddet bekliyorsa bakılır; eğer benzerinde iddetin biteceği bir süre içinde iddetinin bittiğini bildirirse sözü kabul edilir. Bunu, benzerinde iddetin bitmeyeceği bir sürede bildirirse sözü kabul edilmez. Ancak yaratılışı belirgin olan bir cenini düşük yaptığını ifade ederse kabul edilir. Çünkü iddetli kadın iddetinin bitişini bildirmede emindir. Allah, “Allah’a ve ahiret gününe inanıyorlarsa, Allah’ın kendi rahimlerinde yarattığını gizlemeleri onlara helal olmaz” (Bakara, 2/228) ayetinde onları emin kılmıştır. Eminin sözü ise yeminle birlikte kabul edilir (Kasani, 1997:IV,434). Ayette rahimlerde yaratılan şey, ay hali ve hamilelik olarak tefsir edilmiştir (Sabuni, tsz:I,210). Fiil ise iddetli kadının, benzerinde iddetin bittiği bir süre geçtikten sonra başka bir kocayla evlenmesi gibi bir eylemdir. Kadın, bu durumda iddetinin bitmediğini söylese bile doğrulanmaz (Kasani, 1997:IV,437). Başta belirtelim ki, iddet sürelerinde kameri ay esas alınır (Acar, 2000:XXI,467). Buna göre kadının iddetinin bitmesiyle ilgili asgari süreler aşağıdaki şekillerdedir:
a)Eğer kadın ay hesabıyla iddet bekliyorsa boşama durumunda üç ay, vefat durumunda dört ay on gün iddet bekleyeceğini biliyoruz. Koca, karısını ay başında boşamışsa veya vefat etmişse ayları hesaplamada hilallere itibar edilir. Tabi bunun için takvimlerdeki bilgiler yeterlidir. Ama ay içinde boşamışsa Ebu Hanife’ye göre doksan gün, vefat etmişse yüz otuz gün iddet bekler. Ebu Yusuf ve Muhammed’e göre ise içindeyken boşanmış olduğu ay, günlerle hesaplanır. Aradaki aylarda hilallere itibar edilir. Sonra ilk ayın eksik kalan günleri son aydan günlerle otuza tamamlanır (Serahsi, 2000:III,1061; Semerkandi, tsz.:II,246; Ceziri, II,2778; Cessas, 1993:I,568). Diğer mezhepler de Ebu Yusuf ve Muhammed’in görüşünü kaildirler (Şafii, 1993:V,309-310; İbn Kudame, 1994:VII,306; Nevevi, 1995:XIX,423; Şirbini, 1998:III,492 ve 503; Ceziri, II,2759-2762; Rimi, 1999:II,319). Nihayetinde iddet son günün güneş batımında sona erer (Şelebi, 1977:654).
Ebu Hanife’ye göre aylarla iddet bekleyen kadının iddeti ay içerisinde başlıyor ise günlere itibar edilir. Onun görüşü ihtiyata daha uygundur.
  b) Eğer kadın kur’larla iddet bekliyorsa; kur’un ay hali olduğunu kabul edenlere göre üçüncü ay hali kanının kesilmesiyle iddet sona erer. Eğer bu kan ay hali müddetinin en çoğu olan on günde kesilmişse iddet doğrudan biter. Ama on gün öncesinde kesilmişse iddet, ancak bu ay halinden gusül veya teyemmüm yapmak suretiyle temizlenme sonucunda biter. Bu çeşit iddetin bitmesi mümkün olan asgari süre ise Ebu Hanife’ye göre altmış gündür. Zira ay halinin en uzun müddeti olan on gün esas alındığında üç ay hali için toplam otuz gün eder. Üç ay hali arasındaki iki temizlik müddeti için de en azı olan on beş gün alındığında otuz gün eder. Hepsinin toplamı altmış olur. Hanefi mezhebindeki tercih edilen görüş budur. Ebu Yusuf ve Muhammed’e göre bu süre otuz dokuz gündür. Burada da ay hali için üç gün esas alınmıştır. Üç ay hali dokuz gün, aralarındaki temizlik halleri otuz gündür. Toplam otuz dokuz gün eder (Kasani, 1997:IV,434-435; Zuhayli, 2007:IX,7196; Şelebi, 1977:510). Hanbelilere göre ise yirmi dokuz gün ve bir andır (İbn Kudame, 1997:V,11; Rimi, 1999:II,318).
Kur’u temizlik olarak kabul eden Malikilere göre iddetin sona ermesinin mümkün olduğu en kısa süre otuz gün (İbn Kudame, 1994:VII,192; Ceziri, 1992:VI,2635; Zuhayli, 2007:IX,6999), Şafiilere göre ise otuz iki gün ve iki anlık bir süredir. Şöyle ki; boşanmanın temizlik döneminin son anında gerçekleştiğini varsaydığımızda bu temizlik, iddetten sayılır ve bu an bir kur’dur. Bundan sonra bir gün ay hali olur ve ardından on beş günlük temizlik ile ikinci kur’ olur. Sonra yine bir gün ay hali ve on beş günlük temizlik ile üçüncü kur’ tamamlanmış olur. Üçüncü ay haline başlamasıyla iddeti bitmiş olur (Nevevi, 1995:XIX,413-414; Sabık, 2002:II,403; Rimi, 1999:II,318).
c) Eğer doğumla iddet bekleniyorsa ve eğer bir çocuğa hamile olunmuşsa Hanefilere göre çocuğun çoğunluğunun dışarı çıkmasıyla, çoğunluğa göre çocuğun tümüyle ayrılmış olmasıyla iddet sona erer. Birden fazla çocuğa hamile olunmuşsa ittifakla son çocuğun doğumuyla iddet sona erer (Şafii, 1993:V,319; Serahsi, 2000:III,1084; Kasani, 1997:IV,430; İbn Kudame, 1994:VII,317; Nevevi, 1995:XIX,395; Şirbini, 1998:III,495). Hamileliğin en uzun süresinde tartışma olsa da en kısa süresi ittifakla altı aydır. Düşük yapılmışsa bununla iddetin bitmesinin mümkün olduğu en kısa süre ise zifaf imkanından itibaren seksen gün sonradır. Cenin ancak seksen günden sonra bir çiğnem et olur ve yaratılışı belirgin hale gelir (İbn Kudame, 1994:VII,317; Nevevi, 1995:XIX,396-397). Çünkü Hz. Peygamber’in bir hadisinde bildirdiği üzere cenin anne karnında ilk kırk gün nutfe, ikinci kırk gün embriyodur. Üçüncü kırk günde ise artık bir çiğnem et olur (Buhari, 1992:IV,78-79; Müslim, 1992:III,2036; Ebu Davud, 1992:V,82-83; Tirmizi, 1992:IV,446; İbn Mace, 1992:I,29; İbn Hanbel, 1992:I,382).
İşte iddet bekleyen kadının iddetinin bitmesiyle ilgili olarak sözünün kabul edileceği asgari süreler bunlardır. İddet bekleyen kadın, benzerinde iddetin bitmesi muhtemel olan bir süre içerisinde iddetinin bittiğini haber verirse kocası da inkar ederse kadının bu sözü yeminle kabul edilir. Çünkü kendisine güvenilen kimse zahire muhalif olmayan hususlarda tasdik edilir (Zuhayli, 2007:IX,7190). Gerçekleşmesi mümkün olan ve hatta çokça meydana gelen iki mevzuyu burada zikredeceğiz. Bunlar iddetin teceddüdü ve tedahülüdür.

10.3. İddetin Yeniden Başlaması (Teceddüdü)

Boşamış olduğu karısıyla iddeti içerisindeyken yeniden evlenen veya ric’at ile karısına tekrar dönen bir erkek, bu yeni evliliği ile karısının iddetini iptal etmiş olur. Çünkü kadın iddetini zaten bu kocasından bekliyordu. Ancak bu evlilikten sonra yeniden boşanırlarsa kadına yeni bir iddet beklemesi gerekir. İşte bu duruma iddetin teceddüdü adı verilir.

10.4. İki İddetin Birbiri İçine Girmesi (Tedahulü)

İddet beklemekte olan bir kadın, bir şüpheden dolayı cinsel ilişkide bulunduğunda, başka bir sebep ortaya çıktığı için başka bir iddet daha beklemesi gerekli olur. Bu durumdaki bir kadın, birinci iddetini bekleyip bitirdikten sonra ikinci iddeti de ayrıca bekleyecek midir; yoksa bu iki iddet tedahul mü (iç içe girme) edecektir? Bu iki farklı iddeti, kadının ne şekilde bekleyeceği konusunda fıkıh âlimleri ihtilaf etmiş ve bu konudaki tartışma fıkıh kitaplarımızda iddetin tedahulü adı ile incelenmiştir.
Böyle iki iddet gerektiğinde, kadın ikinci sebepten itibaren ikinci iddeti sonuna kadar beklemeye başlar. Bu iddeti bekliyorken zaten birinci iddetten kalan süre ikinci iddetin içerisinde tamamlanıp bitmiş olacaktır. Böylece hem ikinci sebeple başladığı yeni iddeti hem de birinci iddetin kalan noksan kısmı iç içe geçmiş olarak beklenmiş olur. İşte beklenmesi gereken iki ayrı iddeti bu şekilde beklemeye iki iddetin tedahulü adı verilmiştir. Mesela kocasından bain talakla boşanmış ve bu boşanmanın iddetini bekleyen bir kadın düşünelim. Varsayalım ki, kocası ric’i talakla boşanmış gibi iddet esnasında kendisine helal sayarak bu karısıyla cinsel ilişkide bulunmuş olsun. Bu ilişki şüpheyle olduğundan biri boşanmadan, diğeri şüpheyle olan cinsel ilişkiden olmak üzere iki iddet gerekir (Konu hakkında daha fazla örnek için bkz. Zihni Efendi, 1986:906).

11. İDDETİN TEHAVVULÜ VE İNTİKALİ

Belirli bir iddet çeşidiyle iddet beklenirken bazen başka bir iddet çeşidi beklemeyi gerektiren bir durum meydana gelir. Bu yüzden beklenen ilk iddet terk edilir, diğer iddete başlanır. Mesela aylarla iddet beklerken kur’larla iddet beklenmesi veya kur’larla bekliyorken aylarla beklenmesi ya da kur’lar yahut aylarla bekliyorken vefat iddetinin beklenmesi gerekebilir. Bu şekilde iddet türünün değişmesine iddetin tehavvulü veya intikali denmiştir.

12. İDDET BEKLEYEN KADININ HAKLARI VE GÖREVLERİ

İddet esnasında evlilikte var olan bazı haklar devam ettiği gibi kadının sorumlu olduğu bazı görevler de vardır. Bunlar iddetin sonuçları olup evlilikten geriye kalan izlerin tamamen yok olmasını ve kadının yeni bir evliliğe hazır hale gelmesini sağlar.

12.1. Nişanlanma Engeli

Ayrılık veya vefat iddetini bekleyen bir kadının yabancı bir erkekle nişanlanması caiz değildir (Yaman, 1998:117). Hanefilere göre hangi iddeti bekliyorsa beklesin, yabancı bir erkek ona açıkça evlenme teklifinde bulunamaz. Boşamanın ric’i veya bain olması arasında fark yoktur. Çünkü ric’i talak ile boşanmış kadın ve kocası barışarak evlilik hayatına doğrudan devam edebilirler. Bain boşama ve vefat iddetinde ise evlilik ilişkisi her ne kadar fiilen bitmişse de henüz hukuken tam olarak bitmiş kabul edilmez (Kahveci, 2007:68).
Ancak sadece vefat iddeti bekleyen kadına üstü kapalı bir şekilde evlilik teklifi yapılması caizdir (Zuhayli, 2007:IX,7197). Delil şu ayettir: “(Vefat iddeti beklemekte olan) kadınlara kendileri ile evlenmek istediğinizi üstü kapalı olarak anlatmanızda veya bu isteği içinizde saklamanızda sizin için bir günah yoktur.” (Bakara, 2/235)

12.2. Evlenme Engeli

Öncelikle belirtmek gerekir ki iddet esnasında nişanlanma yasak olunca evlenmek öncelikli olarak yasak olur (Yaman, 1998:117). O bakımdan iddet beklemekte olan bir kadının yabancı bir erkekle evlenmesi icma ile caiz olmayıp hukuken geçersizdir (Zuhayli, 2007:IX,7198). Delil ayetteki şu ifadedir: “Bekleme müddeti bitinceye kadar da nikah yapmaya kalkışmayın.” (Bakara, 2/235). Çünkü ric’i boşamada kocası eşine dönebilir. Bain boşamada ise evliliğin etkileri hala sürmektedir. Kocasının yeni bir nikah akdiyle hanımına dönebilmesi bunlardandır (Zuhayli, 2007:IX,7198).

12.3. Evden Çıkma ve Seyahat Etme Yasağı

İddet esnasında kadının evden çıkması noktasında alimler arasındaki ihtilaf azdır. Hanefilere göre boşanma sebebiyle hangi iddet çeşidi bekleniyorsa beklensin akıllı, baliğ, hür, müslüman ve sahih evlilikten dolayı iddet bekleyen kadının evlilikte oturduğu evinde kalması farzdır, gece veya gündüz o evden çıkması yasaklanmıştır (Serahsi, 2000:III,1026; Kuduri, 2005:403; Semerkandi, tsz.:II,249; Kasani, 1997:IV,449; Merğinani, 2000:II,631-632). Delil şu ayettir: “Apaçık bir hayasızlık yapmaları dışında onları (bekleme süresince) evlerinden çıkarmayın, kendileri de çıkmasınlar.” (Talak, 65/1). Bazı fakihlere göre ayetteki “apaçık hayasızlık” zinadır. Dolayısıyla kadın zina ettiğinde had cezasının uygulanması için ancak çıkar. Bazılarına göre ise çıkmanın bizzat kendisi hayasızlıktır (Kasani, 1997:IV,449; Merğinani, 2000:II,631). Bu ayet ric’i boşama hakkında olsa da ayetteki evden çıkma yasağı umumidir. Bu sebeple hem ric’i hem bain boşama idddetindeki kadın evinden çıkamaz (Kurtubi, 1996:XVIII,149; Tahavi, 1986:219; Cessas, 1993:I,570; Kasani, 1997:IV,450).

12.4. Vefat İddetinde Yas Tutma (İhdad)

Kadının iddet süresince yas tutması için hidad ve ihdad terimleri kullanılır. Hidad sözlükte matem elbisesi, ihdad ise süslenmeyi terk etmek ve matem elbisesi giymek manasındadır (Mustafa vd, tsz:I,160). Bir fıkıh terimi olarak hoş kokular sürünme, süslenme, sürme çekme, kokulu veya kokusuz yağ kullanma, kına yakma, süs eşyası takınma gibi sevinç ve neşeyi ifade eden davranışlardan belirli bir süre kaçınmaktır. Bu da mükellef ve müslüman bayanın vefat veya bain boşama iddetinde ve iddet süresince gerçekleşir (Erdoğan, 2005:197; Zuhayli, 2007:IX,7204).
İslam dini, kocası vefat eden kadının, en yakın hayat arkadaşını kaybetmesi ve evlilik nimetinden yoksun kalması sebebiyle iddeti süresince süslenmeyi bırakıp yas tutmasını emretmiştir. Dolayısıyla kocası vefat eden kadın, vefat iddeti süresi olan dört ay on gün boyunca yas tutar ve bu sadece kocaya hastır (Zuhayli, 2007:IX,7204). Çocuğu, anne-babası, kardeşi gibi yakınlarını kaybeden, özellikle kırsal kesimdeki kadınların, günlerce hatta aylarca temizlenmeyi, süslenmeyi vs terk ederek yas tutmaları İslam’a aykırıdır. Bugün sıkça gördüğümüz bu tür davranışların hiçbiri İslam’ın mubah kıldığı şeylerden değil, bilakis cahiliye dönemi örfünün kendisidir. Oysa İslam koca dışındaki yakınlar için sadece üç gün yas tutmayı mubah kılmıştır (Kurtubi, 1996:III,179-180). Koca için dört ay on gün yas tutmanın vacip ve koca dışındaki yakınlar için üç günden daha fazla yas tutmanın haram olduğunu şu hadis ifade ediyor: “Allah’a ve ahiret gününe iman eden bir kadın için, kocasına tutacağı dört ay on günlük yas hariç kimse için üç günden fazla yas tutması helal olmaz.” (Buhari, 1992:VI,186; Ebu Davud, 1992:II,722; Tirmizi, 1992:III,500; Nesai, 1992:VI,198; İbn Mace, 1992:I,674; Darimi, 1992:II,487; Malik, 1992:596-597; İbn Hanbel, 1992:VI,37). Şu rivayet sahabenin bu hadise ne derece bağlı olduklarını ve tabi olduklarını gösterme açısından çok manidardır: Ümm-ü Habibe, babası Ebu Süfyan’ın vefat haberini alınca üç gün beklemiş, sonra kendisine bir koku getirilmesini istemiş ve : “Allah’a yemin ederim ki aslında benim bu kokuya ihtiyacım yoktur. Ne var ki Hz. Peygamber’i minber üzerinde şöyle derken işittim” diyerek yukarıda geçen hadisi okumuştur (Şafii, 1993:V,332; Buhari, 1992:VI,185; Ebu Davud, 1992:II,717-718; Tirmizi, 1992:III,500; Darimi, 1992:II,485; Malik, 1992:596-597).
İhdad sünnetle sabittir (Herrasi, 2001:I,197). Ancak bazı alimler ihdadın vacip oluşunu “sürelerini bitirince artık kendileri için meşru olanı yapmalarında size bir günah yoktur” (Bakara, 2/234) ayetinden istinbat etmişlerdir. Yani “kendileri için meşru olan süslenme ve zinet takınmada bir günah yoktur” demektir. Dolayısıyla bu ayet süslenmenin iddet içerisindeyken haram kılındığını ifade etmektedir (Kurtubi, 1996:III,186). Bu güzel ve dakik bir çıkarımdır (Sabuni, 2004:I,259). Nitekim Elmalılı da ayeti böyle tefsir etmiştir (bkz. Yazır, tsz.:II,118).

12.5. Mesken Hakkı

İddet bekleyen kadının haklarından biri olan sükna (mesken hakkı), bir gayr-ı menkulün tamamında veya kat, oda gibi bir kısmında bir kimsenin yalnız olarak veya mal sahibi ile birlikte oturma, sakin olma hakkı demektir (Erdoğan, 2005:514). Kadının hakkı, kocanın ise görevi olan sükna hakkı, iddetin hukuki sonuçlarından olup (Yaman, 1998:117) şu ayetler sebebiyle yerine getirilmesi gereken bir vecibedir: “Onları (iddetleri süresince) gücünüz nispetinde, oturduğunuz yerin bir bölümünde oturtun” (Talak, 65/6). “Apaçık bir hayasızlık yapmaları dışında onları (bekleme süresince) evlerinden çıkarmayın, kendileri de çıkmasınlar” (Talak, 65/1). Bu ayet, iddet bekleyen kadınların evden çıkmalarının yasak olduğunu ifade etmekle birlikte aynı zamanda onların mesken hakkının olduğunu da beyan eder (Şafii, 1993:V,328; Cessas, 1993:III,680; Şirbini, 1998:III,513; Herrasi, 2001:II,419; Sayis vd, 1999:II,561). Dolayısıyla evden çıkmanın haram oluşundan bahsederken mesken hakkından da bahsetmiş olduk.

12.6. İddet Nafakası

Beslenme, giyim, kuşam ve barınma ihtiyaçları ile sağlık giderleri gibi bunlara tabi olan şeylerden ibaret olan nafakanın, boşanan kadın adına iddet müddeti içerisinde verilmesi gerekli olanı iddet nafakası adını alır (Erdoğan, 2005:443). Bu da iddetin sonuçlarından biridir (Yaman, 1998:117). İddet bekleyen kadının hakkı, boşayan kocanın ise görevi olan iddet nafakası, bütün iddet bekleyen kadınlar için geçerli değildir. Bu nafakanın şekli ve verilmesi gereken durumlar, evliliğin sona erme şekliyle alakalıdır.
Kadın eğer vefat dolayısıyla iddet bekliyorsa ittifakla ona nafaka verilmesi gerekmez. Çünkü ölüm ile kocanın bütün mal varlığı mirasçılarına intikal etmiştir. Böylece kendisinin malı kalmamıştır ki; nafaka gerekli olsun (Şafii, 1993:V,324; Kasani, 1997:IV,479; Merğinani, 2000:II,653; İbn Kudame, 1997:V,82; Abdulhamit, tsz.:349). Fakat Malikiler, eğer ev kocanın mülkü ise veya kira ile tutulmuş olup vefatından önce kirasını ödemişse kadın için iddet müddeti boyunca mesken hakkının gerektiğini kabul ederler. Aksi takdirde bu hakkı kabul etmezler (Malik, 1994:II,52; Cessas, 1993:I,574; Zuhayli, 2007:IX,7204).
Eğer iddet bekleyen kadın ric’i talak ile boşanmış ise yeme, içme, giyinme ve barınma gibi bütün çeşitleriyle nafaka ve mesken, kadının lehine bir haktır. Kadının hamile olup olmaması birdir. Çünkü ric’i boşamada kadın, iddet boyunca eş sayılır (Şafii, 1993:V,343; Malik, 1994:II,48 ve 243; Serahsi, 2000:III,1025; Kasani, 1997:IV,464; Merğinani, 2000:II,651; İbn Kudame, 1997:V,81; Sayis vd, 1999:II,574).
Bain talakla boşanmış kadına baktığımızda hamile olmayanların iddet nafakasında alimlerin görüş ayrılığına düştüklerini görüyoruz. Bain talakla boşanmış kadın hamile ise alimlerin ittifakıyla onun nafaka hakkı vardır (Malik, 1994:II,243; Serahsi, 2000:III,1025; Kasani, 1997:IV,464; İbn Rüşd, tsz.:II,71; İbn Kudame, 1994:VII,351; Zuhayli, 2007:IX,7203; Kurtubi, 1996:XVIII,162; Sayis vd, 1999:II,574).
Bain talakla boşanmış kadın hamile değilse iddet esnasındaki nafaka hakkında üç farklı görüş karşımıza çıkmaktadır. Birinci görüş Hanefilere ait olup onlara göre bu kadın için hem mesken hem de nafaka hakkı vardır (Serahsi, 2000:III,1025; Kasani, 1997:IV,467; Merğinani, 2000:II,651; Özcan, 1996:79). Sevri, Osman el-Betti ve Hasan b. Salih’in de kabul ettiği bu görüşe göre iddette olduğu sürece hamile olsun veya olmasın her boşanmış kadının mesken ve nafaka hakkı vardır. Bu görüş Hz. Ömer ve İbn Mes’ut’tan da rivayet edilmiştir (Cessas, 1993:III,687). İkinci görüşe göre bu durumdaki kadın için sadece mesken hakkı vardır. Hamile olmadığı halde nafaka hakkı yoktur (Serahsi, 2000:III,1025; Kasani, 1997:IV,476). Malikiler ve Şafiilere ait olan bu görüşü Evzai ve Leys de kabul eder (Şafii, 1993:V,344; Malik, 1994:II,243; Cessas, 1993:III,687; İbn Kudame, 1994:VII,352; Özcan, 1996:79). Ne mesken ne de nafaka hakkı yoktur diyen üçüncü görüş, Hanbeliler ve İbn Ebi Leyla’ya aittir (İbn Kudame, 1997:V,81; Kurtubi, 1996:III,184; Cessas, 1993:III,687; Kasani, 1997:IV,476; İbn Rüşd, tsz.:II,71; Rimi, 1999:II,324)
Özetlenecek olursa; iddet bekleyen bir kadının nafaka hakkının olması için vefattan değil, boşanma veya fesihten dolayı iddette bulunması ve nüşuz (itaatsizlik) halinden uzak olması gerekir. Ric’i veya bain boşama iddetindeyken kadın naşize olursa, yani iddet evini özürsüz terk ederse nüşuzu boyunca nafaka hakkı olmaz (Abdulhamit, tsz.:350-351; Özcan, 1996:78). Ancak evine geri dönerse döndüğü andan itibaren yine nafaka hakkı başlar. Çünkü iddet nafakası kadını alıkoymaya karşılık verilir. Kadın bu alıkonmayı reddederse nafaka hakkına engel olmuş olur (Cessas, 1993:III,688; Merğinani, 2000:II,644; Şirbini, 1998:III,512; Bilmen, 1968:II,492). Lübnan ahval-ı şahsiye kanunu, iddet bekleyen kadının nafakasının kocaya gerekli bir görev olduğunu 150. maddede ifade etmiştir. 151. maddede ise boşanmış kadın için naşize olduğunda nafaka gerekmediğini ifade etmiştir. Birinci madde (150), iddet bekleyen kadın lehine nafakayı vacip kabul eder ve genel ifadesiyle bütün iddetli kadınları kapsar. Şümulünden sadece kocası ölen kadınlar hariç tutulmuştur. Çünkü 151. madde, bunlar lehine nafaka mükellefiyetini istisna etmiştir. Bu umum ifade, her iki türüyle boşanmış olan ve fesihten dolayı iddet bekleyen kadınları kapsamına almayı gerektirir (Şelebi, 1977:667)
Hakimin kararı veya eşlerin karşılıklı anlaşması suretiyle nafaka takdir edilmez de iddet süresi sona ererse ya da bu süre bitmeden eşlerden biri vefat ederse nafaka hakkı düşer. Ancak nafaka zikredilen iki şekilden biriyle takdir edilince, ödenmesi gereken bir borç olur ve iddet süresinin bitmesiyle veya vefat ile düşmez. Kadın iddetinin bitiminden sonra bile kocasından isteyip alabilir (Bilmen, 1968:II,490).

13. İDDETLE ALAKALI BAZI DURUMLAR

Bu kısımda iddet bahsi içerisinde tali derecedeki konular diyebileceğimiz iddette nesebin sübutu, ehl-i kitaptan olan kadınların durumu, miras gibi hususlara değineceğiz.

13.1. İddet İçerisinde Doğan Çocuğun Nesebi

Kocanın vefatından veya karısıyla boşanmasından itibaren ne kadar süre içerisinde doğan çocuğun nesebi babasına nispet edilecektir? Başka bir deyişle hangi süre aralığında doğan çocuğun, vefat eden veya karısını boşayan bu kocanın çocuğu olduğu söylenebilecektir? Her şeyden önce hamilelik süresinin en azıyla en çoğunun tespit edilmesi gerekir. Zira çocuğun nesebi genel olarak ancak hamilelik süresinin en azıyla en çoğu arasında doğum meydana gelirse sabit olur.
Fakihler, hamileliğin en az süresinin zifaftan itibaren altı ay olduğunda ittifak etmişlerdir. Ancak cumhura göre zifaf imkanının bulunmasından itibaren, Ebu Hanife’ye göre ise evlilik akdinden itibaren en az hamilelik süresi altı aydır (Zuhayli, 2007:X,7250). Bunun delili şu iki ayettir: “Onun (anne karnında) taşınması ve sütten kesilme süresi (toplam olarak) otuz aydır.” (Ahkaf, 46/15). “Onun sütten kesilmesi iki yıl içinde olur.” (Lokman, 31/14). Birinci ayet hamilelik ve sütten kesilme sürelerini belirliyor. İkisi beraber toplam otuz aydır. İkinci ayet, sadece sütten kesilme süresini belirliyor. Bu da iki yıl, yani yirmi dört aydır. İşte yirmi dört ay olan sütten kesilme süresi, otuz ay olan hamilelik ve sütten kesilme süresinden çıkarılınca hamilelik süresinin en azının altı ay olduğu elde edilir. Vakıa ve tıp da bunu teyit ediyor (Kasani, 1997:IV,480; Mavsıli, tsz: III,218; Zuhayli, 2007:X,7251).
Hamileliğin en uzun süresi hakkında ise alimlerin farklı görüşleri vardır. Hanefilere göre bu süre iki yıl (Serahsi, 2000:III,1087; Kuduri, 2005:406; Kasani, 1997:IV,480; Merğinani, 2000:II,637; Mavsıli, III,218), Şafii ve Hanbelilere göre dört yıl (Şirbini, 1998:III,497), Malikilerin meşhur görüşüne göre ise beş yıldır (Malik, 1994:II,24; İbn Kudame, 1994:VII,318; Zuhayli, 2007:X,7251-7252; Rimi, 1999:II,317).
Hanefilere göre talak ric’i ise ve kadın iddetinin bittiğini ikrar etmediyse doğum, ister boşamanın üzerinden iki yıl geçmeden gerçekleşsin ister iki yıl veya daha fazla bir sürede gerçekleşsin çocuğun nesebi sabit olur (Kuduri, 2005:404). Çünkü kadının temizlik süresinin uzamış olması ve iddet esnasında hamile olması mümkündür. Zira bu çeşit iddet içerisinde kocanın karısından cinsel yönden faydalanması caizdir (Serahsi, 2000:III,1088; Kasani, 1997:IV,486-487; Merğinani, 2000:II,634; Mavsıli, tsz: III,218; Meydani, 1997:II,207).
İki seneden daha kısa bir sürede doğum yaparsa boşama baine dönüşür. İki yıldan daha uzun bir sürede doğum yaparsa nesep sabit olduğu gibi karı-koca ric’at ile evlilik hayatına dönmüş olurlar (Kuduri, 2005:404).
Bain talakla boşamada kadın iddetinin bittiğini ikrar etmediği sürece boşama tarihinden itibaren iki yıldan daha kısa bir sürede doğan çocuğun nesebi sabit olur. Çünkü çocuğun boşama anında anne rahminde bulunma ihtimali vardır. Ancak ayrılma gününden itibaren tam iki sene sonra doğan çocuğun nesebi sabit olmaz. Zira bu, boşamadan sonra meydana gelmiştir. Bain boşamada iddet içerisinde cinsel temas caiz değildir. Fakat kocanın bu çocuğun nesebini benimsemesi durumu müstesnadır. Eşler bu durumu, iddet içerisinde şüpheye dayalı olarak cinsel temasta bulunduklarını belirterek açıklayabilirler (Serahsi, 2000:III,1088; Kuduri, 2005:404-405; Kasani, 1997:IV,485; Merğinani, 2000:II,634; Mavsıli, tsz: III,218; Meydani, 1997:II,207).
Kocası vefat eden kadın iddetinin bittiğini ikrar etmezse, cinsel temas olmasa bile, vefat ile iki yıl arasında doğan çocuğun nesebi sabit olur (Serahsi, 2000:III,1089; Kuduri, 2005:405; Kasani, 1997:IV,489; Merğinani, 2000:II,635; Mavsıli, tsz:III,218).
İddet bekleyen kadın, iddetinin bittiğini ikrar eder, sonra ikrar vaktinden itibaren altı aydan daha kısa bir sürede doğum yaparsa çocuğun nesebi sabit olur. Çünkü kadının yalan söylediği kesin olarak ortaya çıkar ve ikrarı geçersiz olur. Fakat altı veya daha uzun bir sürede doğum yaparsa nesebi sabit olmaz. Çünkü ikrarla, bu çocuğun daha sonra meydana gelmiş olduğu bilinir (Kuduri, 2005:405; Kasani, 1997:IV,486; Merğinani, 2000:II,635; Meydani, 1997:II,208).
Çoğunluk ric’i ve bain boşama arasında fark görmez. Boşama veya vefattan sonra kadın boşama veya vefat gününden itibaren hamilelik müddetinin en çoğunun (Malikilerde beş, Hanbeli ve Şafiilerde dört yıl) geçmesinden önce doğum yaparsa çocuğun nesebi sabit olur. Ancak hamilelik süresinin en çoğu geçtikten sonra doğum gerçekleşirse çocuğun nesebi boşayan veya vefat eden kocadan sabit olmaz (Şafii, 1993:V,321; Malik, 1994:II,24; İbn Kudame, 1994:VII,318; Şirbini, 1998:III,497; Zuhayli, 2007:X,7260; iddette doğan çocuğun nesebi hakkında detaylı bilgi için bkz. Kasani, 1997:IV,479-496).
Hamileliğin en uzun süresi hakkında eğer varsa tıbbi veriler esas alınarak bir süre belirlemesine gidilmesi daha doğru görünmektedir. Zira klasik dönem İslam hukukçuları da bu süreleri kendi zamanlarındaki vakıaya uygun olarak belirlemişlerdir. Yoksa bu konuda herhangi bir nas bulunmamaktadır. Belirlenen bu süreye göre Hanefi mezhebinin içtihatları muvacehesinde nesebin sübutu açıklanabilir.

13.2. İddet İçerisinde Kadının Miras Hakkı

Bilindiği gibi Nisa suresi 12. ayetinin delaletiyle, evliliğin doğrudan ölümle sona ermesi durumunda kadın ve kocası birbirine mirasçı olur. Zira karı ve koca, alacakları miras miktarları kitap, sünnet ve icma ile belirlenmiş olan ashabul-feraizdendir (bkz. Kasani, 1997:IV,497; Zuhayli, 2007:X,7752; Sabık, 2002:III,393). Tartışılan mevzu ise, evlilik boşanma ile sona erer de boşayan koca, kadının iddeti esnasında vefat ederse bu kadının ona mirasçı olup olmayacağıdır. Ric’i talak ile boşama sonucunda iddet bekliyorken eşlerden biri vefat edince diğeri ona mirasçı olur. Bu konuda görüş birliği vardır. Bu boşamanın kocanın sağlığında veya ölüm hastalığı esnasında yapılması ve kadının bu boşamaya razı olması veya olmaması arasında fark yoktur. Çünkü evlilik hükmen devam etmektedir. Bu yüzden her iki taraf için de miras almaya sebep olur (Kasani, 1997:IV,496; Sabık, 2002:III,396).
Boşanma, kocanın sağlığında (ölüm hastalığı esnasında değilken) bain veya üç talakla gerçekleşmişse eşlerden hiçbiri diğerine mirasçı olamaz. Koca, ölüm hastalığı esnasında karısının rızasıyla, onu bain veya üç talakla boşarsa yine aralarında miras cereyan etmez. Burada da icma vardır. Fakat aynı durumda kadının rızası yoksa bu kadın cumhura göre eşine mirasçı olur. Nitekim içinde Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Aişe, ve Ubey b. Kab’ın da bulunduğu bir grup sahabiden böyle rivayet edilmiştir. Ayrıca koca burada eşini mirastan mahrum bırakmak amacıyla boşama hakkını kötüye kullandığı için bu hüküm, kadının hakkını korumaya matuf ileri sürülmüştür (bkz. Kasani, 1997:IV,496-503). Şafiilere göre ise kadının boşanmaya rızası bulunsun veya bulunmasın mirasçı olması mümkün değildir. Çünkü bain veya üç talak ile boşanma nikahı zail eder. Mirasta hak sahibi olmak için ölüm zamanında nikahın bulunması gerektiğinden miras sabit olmaz (Kasani, 1997:IV,497; ayrıca iddet içerisindeki miras konusunda geniş malumat için bkz. Kasani, 1997:IV,496-524; Bilmen, 1968:II,389393).

13.3. Ehl-i Kitaptan Olan Kadınların İddeti

Müslüman bir erkekle evli olan hristiyan veya yahudi bir kadın iddet konusunda müslüman kadınla eşittir. Dolayısıyla evlilikten sonra müslüman bir kadın hangi şekilde iddet bekliyorsa, müslümanla evli olan ehl-i kitap kadın da aynı şekilde iddet bekler. Kadının zimmi veya müstemin olması arasında bir fark yoktur. Bu konuda İslam hukukçuları arasında ittifak vardır (Semerkandi, tsz.:II,247). Ancak İslam devletinin tebaası olan gayr-i müslimlerin (zimmilerin) kendi aralarındaki evliliklerinin sona ermesi durumunda iddetin gerekli olması noktasında İslam hukukçuları iki gruba ayrılırlar. Ebu Hanife’ye göre kitabi olan bir erkeğin (zimmi) nikahındaki yine kitabi (zimmiye) olan kadının, boşanma veya kocasının ölümü durumunda iddet beklemesi gerekmez (Kuduri, 2005:406).
Ancak böyle bir durumda kendi dinlerinde bir iddet varsa ona uyarlar (Meydani, 1997:II,209). Delil, Hz. Peygamber’in şu buyruğudur: “Onları kendi dinleri üzere bırakınız.” (Malik, 1992:318). Bununla beraber, bu kadınla hemen gerçekleştirilecek bir evlilikte kadının hamile olup olmadığını anlamak için bir ay hali müddeti geçinceye kadar beklenilir, cinsel ilişkide bulunulmaz. Aynı şekilde kadın eğer hamile ise doğuma kadar iddet beklemek zorundadır, başka bir erkekle evlenemez (Semerkandi, tsz.:II,248).
Ehl-i kitaptan olan gayr-i müslimler için de iddet gerekli olsaydı, bu durum ya dinin ya da kocanın hakkıdır. Dinin bir hakkına riayetleri düşünülemez; çünkü onunla muhatap değillerdir. Kocanın hakkı olarak gerekli olması da düşünülemez; çünkü koca böyle bir hakkı olduğunu kabul etmemektedir. Bizler de müslümanlar olarak onları kendi dinlerine göre bırakmakla emrolunduk (Semerkandi, tsz.:II,248; Zihni Efendi, 1986:905).
Hanefilerden Ebu Yusuf ve Muhammed ile diğer üç mezhep fakihlerinin oluşturduğu çoğunluğa göre zimmet ehlinden olan kadınlar kocaları zimmi de olsalar, aynen müslüman kadınlar gibi iddet beklerler (Şafii, 1993:V,312; Malik, 1994:II,8). Çünkü bunlar İslam ülkesi tebaasıdır. Bunların hakkında birtakım İslami hükümler uygulandığı gibi, iddet konusunda da İslam ahkamıyla yükümlüdürler (Malik, 1994:II,13; Semerkandi, tsz.:II,243; İbn Kudame, 1994:VII,299).
Gayr-i müslim de olsa kadının başka bir erkekle evlenebilmesi için, özellikle hamileliğinde, iddetin gerekliliğinde hukukçuların ittifak etmesi önemlidir (Fidan2005:141). Bu, İslam’ın nesebi korumaya ne denli önem verdiğini gösterir. Ehl-i kitap kadınların iddeti konusunda çoğunluğun görüşü daha uygundur. Bu şekilde hareket etme, hoş görmediğimiz müslüman bir erkeğin ehl-i kitap bir kadınla evlenmesine bir nebze olsun engel olur. İddetin hikmet ve varlık sebepleri kişilerin dinlerine göre değişmeyeceğinden, aksine konunun zaten özünden kaynaklandığından bu noktada din farkının bir rolü yoktur. Müslüman olmayan bir kadın da iddet türlerinden hangisini bekleyecekse tıpkı bir müslüman kadın gibi bekler (Yaman, 1998:117).
Darul-harpte müslüman olup kocası İslam’a girmeyen ve İslam ülkesine hicret eden kadın, Ebu Hanife’ye göre iddet beklemez. Ancak hamile ise doğuma kadar kendisiyle cinsel ilişkide bulunulmaz. Yine de bu süre içinde nikah akdi yapılabilir. Ebu Hanife, İslam yurduna göç edip zimmet ehlinden olan kadın için de aynı hükmü benimser. Çoğunluğa göre her iki kadın da iddet bekler. İddet süresi çeşidine göre değişir. İslam yurduna göçüp gelen kadının, beklemesi gereken iddetle, gayr-i müslim kocadan boşanan kadının beklemesi gereken iddetin aynı olduğu anlaşılıyor (Fidan, 2005:142).
Müslüman bir kadında olduğu gibi müslüman erkeğin nikahı altındaki ehl-i kitap kadının da iddette uyması gereken bazı görevleri ve sahip olduğu bazı hakları vardır. Müslüman erkeğin nikahındaki ehl-i kitap kadın, Hanefilere göre evden mazeretsiz çıkabilir. Çünkü ehl-i kitap kadın ibadet cinsinden olan şer’i hükümlerle mükellef değildir. Ancak kocası, nesebini karışıklıktan korumak için onu men edebilir. Kadın bu sırada müslüman olsa iddetin geri kalanını müslüman kadın gibi tamamlar. Diğer mezheplerde ise ehl-i kitap kadın da, müslüman kadın gibi, yangın, sel baskını, ev kirasının fahiş artması gibi mazeretler dışında dışarı çıkamaz. Çoğunluğa göre kocasının ölmesi halinde müslüman nikahındaki ehl-i kitap kadın, ihdad (yas tutma) ile mükelleftir. Hatta İslam ülkesi vatandaşı olan zimminin nikahındaki kadınlar bile ihdad yaparlar. Hanefilere göre ehl-i kitap da olsa gayr-i müslim kadın ihdad ile mükellef değildir. Zira müslüman olmayan kimse, ibadet türü şer’i hükümlerle mükellef tutulamaz (Şafii, 1993:V,351).
Müslümanın nikahındaki ehl-i kitap kadının sözünü ettiğimiz hak ve vazifelerde müslüman kadın gibi olması, diğer gayr-i müslim kadınların ise kendi dinlerinin hükümlerine bırakılmaları öngörülebilir (Fidan, 2005:143).

KAYNAKLAR
ABDULBAKİ, M. F., 2007. Mucemul- Mufehres li Elfazıl-Kur’anil-Kerim, Darul-Hadis, Kahire, 871s. ABDULHAMİT, M. M., tsz., Ahvaluş-Şahsiyye fiş-Şeriatil-İslamiyye, Darul-KitabilArabi, 440s. ABDURRAZZAK, E., 1983. Musannef, el-Mektebetul-İslami, Beyrut, 11c. ACAR, H. İ., 2000. İslam Hukukunda Evliliğin Sona Ermesi, Kültür Eğitim Vakfı Yayınevi, Erzurum, 324s. ………., H. İ., 2000. “İddet”, DİA, 21., s.466-471. AKINTÜRK, T., 2006. Türk Medeni Hukuku Aile Hukuku, Beta basım yayım, İstanbul, 595s. AKSAKAL, S., 2003. “Boşanmadan Sonra Çocuğun Velayeti”, KSÜ İlahiyat Fakültesi Dergisi, 1(1). s.167-190. AKTAN, H., tsz., “Kur’an’a Göre Boşanma Prosedürü”, b.ç., s.1-33. ASFAHANİ, R., 1997. Müfredat-u Elfazıl-Kur’an, Darul-Kalem, Dımaşk, DaruşŞamiyye, Beyrut, 618s. ATAR, F., 1992. Fıkıh Usulü, İFAV Yayınları, İstanbul, 428s. ATEŞ, A. O., 2007. “Asr-ı Saadette Dinler ve Gelenekler”, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, 2, s.21-98. AYDIN, M. A., 1985. İslam-Osmanlı Aile Hukuku, M.Ü.İ.F.Y., İstanbul, 311s. ………., M. A., 2006. “Aile Hayatı”, İlmihal, DİB Yayınları, Ankara, 2, s.195-249. BEYHAKİ, A., 1994. Sünenul-Beyhakiyyil-Kübra, Mektebet-u Daril-Baz, Mekke, 10c. BİLMEN, Ö. N., 1968. Hukuk-ı İslamiyye ve Istılahat-ı Fıkhiyye Kamusu, Bilmen Yayınevi, İstanbul, 8c. BUHARİ, M., 1992. Sahih, Çağrı Yayınları, İstanbul, 8c. CARULLAH, M., 1999. Hatun, Haz.: Mehmet Görmez, Kitabiyat Y., 132s. CESSAS, A., 1993. Ahkamul-Kur’an, Darul-Fikr, Beyrut, 3c. CEZİRİ, A., 1992. Dört Mezhebe Göre İslam Fıkhı, Çev. Mehmet Keskin, Çağrı Yayınları, İstanbul, 3720s. CİN, H. ve AKGÜNDÜZ, A., 1996. Türk Hukuk Tarihi, Osmanlı Araştırmaları Vakfı Yayınları, İstanbul, 2c. DALGIN, N., 1999. İslam Hukukunda Boşama Yetkisi, Etüt Y., Samsun, 246s. DARAKUTNİ, A., 1966. Sünenud-Darakutni, Darul-Marife, Beyrut, 4c. DARİMİ, A., 1992. Sünen, Çağrı Yayınları, İstanbul, 2c. DİHLEVİ, V., 2005. Huccetullahil-Baliğa, Tah. Seyyid Sabık, Darul-Cil, Beyrut, 2c. DÖNDÜREN, H., 1995. Delilleriyle Aile İlmihali, Altınoluk Yayınları, İstanbul, 639s. EBU DAVUD, S., 1992. Sünen, Çağrı Yayınları, İstanbul, 5c. EBU ZEHRA, M., tsz., Ahvaluş-Şahsiyye, Darul-Fikril-Arabi, Kahire, 516s. ERDOĞAN, M., 2005. Fıkıh ve Hukuk Terimleri Sözlüğü, Ensar Neşriyat, İstanbul, 626s. EVGİN, A., 2004. Hz. Peygamber’in Sünnetinde Alternatif Çözüm Yolları, İlahiyat Yayınları, Ankara, 206s. FİDAN, Y., 2005. İslam’da Yabancılar ve Azınlıklar Hukuku, Ensar Yayıncılık, Konya, 375s. HAKİM, M., 1990. el-Müstedrek ales-Sahihayn, Darul-Kütübil-İlmiyye, Beyrut, 4c. HALLAF, A., 1990. Ahkamul-Ahvaliş-Şahsiyye, Darul-Kalem, Kuveyt, 270s. HAMİDULLAH, M., 2003. İslam Peygamberi, Çev.: Salih Tuğ, İmaj a.ş., Ankara, HAMZA, V.M., 2000. et-Talak ve Asaruhul-Maneviyeti vel-Maliyeti fil-Fıkhil-İslami, Mektebetul-Kahire lil-Kitab, Kahire, 580s. HERRASİ, İ., 2001. Ahkamul-Kur’an, Darul-Kütübil-İlmiyye, Beyrut, 2c. İBN ABDİSSELAM, İ., İslami Hükümlerin Esas ve Hikmetleri, Çev.: Süleyman KayaSoner Duman, İz Yayıncılık, İstanbul, 712s. İBN HANBEL, A., 1992. Müsned, Çağrı Yayınları, İstanbul, 6c. İBN KUDAME, A., 1997. el-Kafi, Dar-u Hicr, Riyad, 6c. ………., A., 1994. el-Muğni ala Muhtasaril-Hıraki, Darul-Kütübil-İlmiyye, Beyrut, 9c. İBN MACE, M., 1992. Sünen, Çağrı Yayınları, İstanbul, 2c. İBN MANZUR, M., 1994. Lisanul-Arab, Dar-u Sader, Beyrut, 16c. İBN RÜŞD, M., tsz., Bidayetul-Müctehid ve Nihayetul-Muktesıd, Darul-Fikr, 2c. KAÇAK, N., 2007. Yeni İçtihatlarla Türk Medeni Kanunu, Seçkin Yayıncılık, Ankara, 2511s. KAHVECİ, N., 2007. İslam Hukuku Açısından Nişanlılık, Rağbet Yayınları, İstanbul, 203s. ………., N., 2005. “Boşanma Sonucu Manevi Tazminat Olgusuna İslam Aile Hukuku Açısından Bir Yaklaşım”, KSÜ İlahiyat Fakültesi Dergisi, 3(5). s.89-113. KARAMAN, H., 2007. Anahatlarıyla İslam Hukuku, Ensar Neşriyat, İstanbul, 767s. ………., H., 2003. Mukayeseli İslam Hukuku, İz Yayıncılık, İstanbul, 3c. ………., H., 1999. İslam Hukuk Tarihi, İz Yayıncılık, İstanbul, 383s. ………., H. vd, 2007. Kur’an Yolu, DİB Yayınları, Ankara, 5c. KASANİ, E., 1997. Bedaius-Sanai fi Tertibiş-Şerai, Tah. Ali Muhammed Muavvid, Adil Ahmet, Darul-Kütübil-İlmiyye, Beyrut, 10c. KEVSERİ, M. Z., tsz., el-İşfak ala Ahkamit-Talak, el-Mektebetul-Ezheriyye lit-Turas, Kahire, 104s. KÖKSAL, İ., 2000. Teğayyurul-Ahkam fiş-Şeriatil-İslamiyye, Müessesetür-Risale, Beyrut, 383s. KÖPRÜLÜ, B. ve KANETİ, S., 1986. Aile Hukuku, İ.Ü.H.F.Y., İstanbul, 422s. KUDURİ, A., 2005. Muhtasarul-Kuduri (el-Kitab), Müessesetur-Rayyan, Beyrut, 671s. KURTUBİ, M., 1996. Camiul-Ahkamil-Kur’an, Darul-Hadis, Kahire, 22c. MALİK, M., 1994. el-Müdevvenetul-Kübra, Darul-Kütübil-İlmiyye, Beyrut, 5c. ………., M., 1992. Muvatta, Çağrı Yayınları, İstanbul, 1061s. MERĞİNANİ, A., 2000. el-Hidaye Şerhu Bidayetil-Mübtedi, Darus-Selam, Kahire, 1848s. MAVSILİ, A., tsz., el-İhtiyar li Talilil-Muhtar, Tah. Muhammed Adnan Derviş, DarulErkam b. Ebil-Erkam, Beyrut, 5c. MEYDANİ, A., 1997. el-Lübab fi Şerhil-Kitab, Darul-Kitabil-Arabi, Beyrut, 3c. MUSTAFA, İ. vd, tsz., el-Mucemul-Vasit, el-Mektebetul-İslamiyye, İstanbul, 1067s. MÜSLİM, E., 1992. Sahih, Çağrı Yayınları, İstanbul, 3c. NESAİ, A., 1992. Sünen, Çağrı Yayınları, İstanbul, 8c. NEVEVİ, M., 1995. Kitabul-Mecmu, Tah. Muhammed Necib el-Mutii, Daru İhyaitTurasil-Arabi, 23c. ÖZCAN, R., 1996. İslam Hukukunda Hısımlık Nafakası, Çağlayan Y., İzmir, 420s. ÖZTAN, B., 1979. Aile Hukuku, A.Ü.H.F.Y., Ankara, 575s. PALAMUT, M. E., 2004. Medeni Hukuk, Alfa Akademi Yayınevi, İstanbul, 419s. RİMİ, M., 1999. el-Meanil-Bedia fi Marifeti İhtilafi Ehliş-Şeria, Darul-Kütübil-İlmiyye, Beyrut, 2c. SABIK, S., 2002. Fıkhus-Sünne, Daru İbn-i Kesir, Dımaşk-Beyrut, 3c. SABUNİ, M. A., 2004. Tefsir-u Ayatil-Ahkam minel-Kur’an, Darul-Kur’anil-Kerim, Beyrut, 2c. ………., M. A., tsz., Muhtasar Tefsir-i İbn Kesir, Dar-u İhyait-Turasil-Arabi, Beyrut, 3c. SAYİS, M. A. vd, 1999. Tefsir-u Ayatil-Ahkam, Dar-u İbn Kesir, Dımaşk-Beyrut, 2c. SEMERKANDİ, A., tsz., Tuhfetul-Fukaha, Darul-Kütübil-İlmiyye, Beyrut, 3c. SERAHSİ, M., 2000. Mebsut, Darul-Fikr, Beyrut, 5385s. SIBAİ, M., 2000. Şerh-u Kanunil-Ahvaliş-Şahsiyye, Darul-Varrak, Beyrut, 2c. ŞABAN, Z., 2000. İslam Hukuk İlminin Esasları, Çev. İbrahim Kafi Dönmez, TDV Yayınları, Ankara, 472s. ŞAFİİ, M., 1993. Ümm, Darul-Kütübil-İlmiyye, Beyrut, 9c. ŞELEBİ, M. M., 1977. Ahkamul-Usra fil-İslam, Darun-Nehdatil-Arabiyye, Beyrut, 878s. ŞİRBİNİ, M., 1998. Muğnil-Muhtac ila Marifet-i Meani Elfazıl-Minhac, Darul-Fikr, Beyrut, 4c. TABERANİ, S., 1983. el-Mucemul-Kebir, Mektebetul-Ulum vel-Hikem, Musul, 20c. TABERİ, M., 2001. Camiul-Beyan an Te’vil-i Ayil-Kur’an, Dar-u İhyait-Turasil-Arabi, Beyrut, 30c. TAHAVİ, A., 1986. Muhtasarut-Tahavi, Dar-u İhyail-Ulum, Beyrut, 478s. TİRMİZİ, M., 1992. Sünen, Çağrı Yayınları, İstanbul, 5c. VELİDEDEOĞLU, H. V., 1963. Türk Medeni Hukuku, Nurgök Matbaası, İstanbul, 864s. YAMAN, A., 1998. İslam Aile Hukuku, Post ajans a.ş., Konya, 143s. YAVUZ, Y. V., 1999. Kur’an’da Kadın Hak ve Özgürlüğü, Bayrak Yayınları, İstanbul, 248s. YAZIR, M. H., tsz., Hak Dini Kur’an Dili, Azim Dağıtım, İstanbul, 10c. YILDIRIM, C., tsz., Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi, Konya, 2061s. ZAPATA, T. T., 2007. Medeni Hukuk, Savaş Yayınları, Ankara, 577s. ZEBİDİ, M., 1994. Tacul-Arus min Cevahiril-Kamus, Darul-Fikr, Beyrut, 24c. ZEVKLİLER, A. ve HAVUTÇU, A., 2005. Medeni Hukuk, Seçkin Yayınları, Ankara, 344s. ZEYDAN, A., 2009. el-Medhal li Dirasetiş-Şeriatil-İslamiyye, Müessesetur-Risale, Beyrut, 464s. ZİHNİ EFENDİ, M., 1986. Nimet-i İslam, Milsan a.ş., İstanbul, 1010s. ZUHAYLİ, V., 2007. el-Fıkhul-İslami ve Edilletuh, Darul-Fikr, Dımaşk, 7984s. ZUHAYLİ, V. vd, 2004. el-Mevsuatul-Kur’aniyyetul-Müyessera, Darul-Fikr, Dımaşk

FAYDALANILAN DİĞER KAYNAKLAR;

Halil İbrahim Acar, DİA,İddet,21:466-471.

Fatih Karataş, “İslam Hukuku Açısından İddet Ve Boşanmış Kadının Evliliği“, Kahramanmaraş(Basılmamış Yüksek Lisans Tezi),2010, s.10-54

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir